Showing posts with label Historical. Show all posts
Showing posts with label Historical. Show all posts

Monday, April 21, 2008

PORTO (Portekiz)

Bazı yerler vardır, bir gün görebilmeyi yıllarca hayal ederiz. Örneğin filmlerde defalarca karşımıza çıkan Paris, New York, Londra bu tür yerlerdir. Aslına bakılırsa bu saydığımız şehirlerde bile hayallerimiz birkaç kamera açısına takılıdır. Ünlü Eiffel Kulesi'ni bile sadece belli bir açıdan görmeyi, Londra'daki parlamento binasına Thames Nehri'nin karşı kıyısından bakmayı biliriz. Eğer bunu yapmazsak aklımızdaki görüntüleri bulamayız. Ancak bir de başka tür yerler vardır ki, oraların adlarını bilsek bile zihnimizin herhangi bir yerinde tek bir kayıt bile yoktur. Gitmeden önce 'dersimizi' çalışacak zamanımız da olmaz.


Bu şehrin en ilginç yeri neresidir?

Herhangi bir zorunluluktan dolayı oraya ulaştığımızda da otelin resepsiyon memuruna "Bu şehrin en ilginç yeri neresidir?" türünden zarif bir soru yöneltebiliriz. Porto'da kaldığım otelin resepsiyonundaki kadın hemen kontuarın arkasından çıkardığı haritaya eliyle önce otelimizin yerini, ardından da şehrin görülmesi zorunlu olan bölgesini çizmişti. Ben de içimden, "Bakalım güzel bir ışık yakalayabilir miyim?" diye geçirmiştim. Ne de olsa Atlantik kıyısındaydık ve havadaki bulutlar hiç bitmeyecek gibiydi. Gündüz kentin 25-50 km civarındaki fabrikaları ziyaret ediyorduk. Dereli tepeli ve de yemyeşil bir doğa içine serpiştirilmiş ufak tefek işletmelerdi bunlar da ve çevredeki tarlalar, köyler ve ağaçlıklarla bir sanayi tesisi ne kadar uyum gösterebilirse o kadar uyum içindeydiler. Kendi başına bir araştırma ve yazı konusu olacak kadar ilginç gelmişti.Son akşam, günün batımına iki saat kala kendimi haritada işaretlenmiş yerde buldum. Şehrin ortasından akıp Atlantik'e dökülen Rio Douro'nun kıyısındaki eski kente gidiyordum. Bir de ünlü Fransız mühendis Eiffel'in yaptığı köprüyü görecektim. O da eski kentin bir parçasıymış. Yerel temsilcimin arabasından akşamın saat yedisinde indiğimde, daha fazla ilerleyemediğimiz ana cadde daha çok bir belediye otoparkına benziyordu. Onu, aslında yürüyerek çok daha çabuk gidebileceğime güç bela ikna edebilmiştim.


Eiffel'in köprüsü

Porto kenti ızgara planla yapılmış, yani caddelerin sokakları dik açıyla kestiği bir kent değil. Bu açıdan biraz İstanbul'a benziyor demek fazla abartılı olmaz. Ancak gene de kentin daha yeni bölgelerinde yaşadığımız araba, otobüs ve kamyon çağına uygun geniş ve ferah caddeler bulunuyor. Eski kentte ise yollar daha çok motosiklet yoluna dönüşmeye başlamış. Ve de şehir planlamacılığının Orta Çağ'da fazla önemsenen bir sanat olmadığını ispat edercesine, her türlü mantıklı açı ve dönemeç yok olmuştu. Bu arada, şehir planlaması deyince bunun yeni bir konu olduğu kanısına varmanızı rica ederim çünkü Antik Roma'da bütün kentler merkezden gönderilen talimatlarla baştan planlanıp, kuruluyordu.Belleğimde hiçbir görüntü olmadığı için hızla kendimi nehir kıyısına giden dik yollara bırakmıştım. Şanslıydım ve akşam olurken hava bulutlardan iyice sıyrılmış, keskin ve sıcak bir ışık her yanı aydınlatmıştı. Sahile iner inmez Eiffel'in yaptığı 'Ponte de D. Luis I' karşıma çıktı. Ancak tüm görsel hevesim buhar olup uçuverdi çünkü köprünün büyük bir bölümü yenilenme çalışması adı altında sarıp sarmalanmıştı. Gene de aklıma daha iyi bir fikir gelmediği için 19. yüzyıl Geç Demir Çağı mimarisinin bu mümtaz örneğine doğru yürümeye başladım.Eski kent dedikleri alan tarihi dokusu içinde korunan, kelimenin gerçek anlamıyla da 'eskimiş' bir bölgeydi. Daracık sokaklarda ilerlerken evlerin dış duvarlarını kaplayan nefis çinilere yaklaştığımda kendimi açık bir kapının önünde buluverdim. Karşımda mütevazı bir oturma odası, bir köşede küçük bir televizyon ve oturduğu divandan bana bakan yaşlı bir amca duruyordu. (Tahmin edeceğiniz gibi adamcağızın resmini çekemedim). O anda aslında gezdiğim sokakların biz turistler için özel olarak üretilmediğini, gerçek insanların gerçek yaşamlar sürdüğü yerler olduğunu anladım. Bütün dünya dillerinde 'selam' anlamına geldiğini düşündüğüm bir baş hareketi yaparak yaşlı amcadan uzaklaştım. Artık çinilere biraz daha güvenli mesafeden bakmaya başlamıştım.

Vino Verde ve Porto şarabı

Tek tek bakıldığında çirkin olan bu küçük apartmanların oluşturduğu renklilik ve mimari birlik göze hoş geliyordu. Hemen yakınımdaki bir başka ilginç şey de şarap fıçıları taşıyan nehirdeki tarihi teknelerdi. Artık sadece ortama belli bir hava vermeye yarıyorlar, bir de belli saatlerde turistleri gezdiriyorlardı. Rio Duoro'nun karşı kıyısına geçebilmek için hızlı bir tempo ile Eiffel'in Köprüsü'ne girdim. Bu sayfalarda gördüğünüz bütün resimleri yaklaşık bir saat 15 dakika içinde çektim çünkü güneş Atlantik ile aramda kalan son tepenin üzerinde bir parmak boyu kadar yüksekteydi. Öbür tarafa devrildiğinde gene aydınlık olacak ama çevrenin ışıltısı yok olacaktı. Köprünün demir putrelleri arasında koştururken, daha fazla zaman olsa neler yapabileceğimin hayalini kurmakla 'buna da şükürcülük' arasında gidip geliyordum. Geri döndüğümde Cais da Ribeira rıhtım caddesinde, Praça da Ribeira meydanının yanındaki sokak café'lerinden birine oturdum. Akşam beni yemeğe götürecek olan temsilcimin gelmesine daha 30 uzun dakika vardı. Küçük bir sandviç ve yöreye özgü Vino Verde (koruktan yapılan yeşil şarap) ısmarladım. Porto kenti şarabıyla bilinir. Ancak bu bizim bildiğimiz şaraplardan iki misli fazla alkol içeren, kuvvetli ve tatlı bir içki. Sağlam bir yemeğin üzerine gider ama aç karnına hiç canım çekmemişti. Ayrıca ısmarladığım beyaz şarap Porto'dan çok daha ucuzdu.

Henüz turist sezonu başlamamıştı ama havaların yeterince ısındığı tüm Avrupa kent merkezlerinin keyifli ve huzurlu ortamı içinde çevremdeki tüm ayrıntıları hissetmeye çalıştım. Aslına bakılırsa içmekte olduğum şarap da bu konuda yardımcı oluyordu. Paulo tam zamanında geldi ve birlikte sahili takip eden yoldan ilerleyip, nehrin Atlantik'e açılan ağzına gelirken nehrin üzerindeki son köprü olan Ponte da Arrabida'nın da altından geçtik. Dostum nedense bu zarif köprüden fazlasıyla gurur duyuyordu. Beton köprüler arasında en büyük bacak açıklığına sahip köprü olduğunu iftiharla belirtti. Bu arada güneş benim için tekrar doğmuş ve karşı kıyısı ta Amerika'da olan suyun üzerine yeni değmişti. Gitmeyi hiç düşünmediğim Porto kendi hiç düşünmediğim kadar güzel çıkmıştı.

Porto rehberi

İklim

Portekiz'in ılıman bir iklimi var. Ülke genellikle nisandan ekim ayına kadar sıcak. Kuzeyde bu sıcaklık daha az hissedilirken, güneydeki Algarve bölgesinde yaz ortası çok yüksek sıcaklıklar gözlenebiliyor. Genelde dağlarda kar yağışına rastlanıyor.

Vize

Türk vatandaşlarından vize isteniyor, shengen geçerli. İstanbul Konsolosluk Tel: 0212-251 91 18 ve Ankara Büyükelçilik Tel: 0312-446 18 90. Bilgi için www.thegate.com.tr www.gatetoturkey.com TelefonÜlke kodu: 351, Porto kodu: 22.

Nasıl gidilir

Porto'ya Türkiye'den direkt uçuş yok. Paris, Milano ya da Frankfurt aktarmalı gitmek gerekiyor. Bunların içinde en uygunu Frankfurt aktarmalı olanı. Oradan Tap ile Porto'ya uçulabilir. THY danışma hattı Tel: 4440849. Lufthansa Tel: 0212-315 3434.

Nerede kalınır

Ipanema Park Hotel Porto: Hotel kentin iki gözde semti olan Boavista ve Foz arasında yer alıyor. Ana yol ve şehir merkezine de birkaç dakika uzaklıkta. Otelin 281 lüks odası bulunuyor. Rua de Serralves, 124. Tel: +351- 225 322 100. www.ipanemaparkhotel.pt Mercure Batalha Porto ****: Bu otel Porto'nun en iyi noktalarından birinde ve tarihi kent merkezinde bulunuyor. Porto'nun tren istasyonuna Batalha Meydanı'na birkaç dakika uzaklıkta. Praca Da Batalha 116. Tel: +351-222 043 300. www.mercure.com Quality Inn Hotel Porto: Bu kaliteli otel Porto'nun merkezinde, Ulusal S. Joao Tiyatrosu'nun ve Coliseum'un yakınında bulunuyor. Dünyaca ünlü şarap mahzenlerine 10 dakika ve S. Bento tren istasyonuna 5 dakika uzaklıkta. Praca da Batalha, 127. Tel: +351-223 392 300. www.choicehotelseurope.com


Nerede ne yenir

Escondidinho: Tahta ve taş karışımı dekorasyonuyla 'taverna' olan Escondidinho, geleneksel Portekiz lezzetleri sunuyor. Sipesiyaliteleri her gün değişiyor. Envai çeşit taptaze deniz ürünlerini her gün bulabilirsiniz. İşadamları ve kadınlarının tercih ettiği bir lokanta. Rua Passos Manuel, 144. Tel: 22-200-10-79 Praia do Ourigo: Burası ahtapot, kalamar gibi deniz ürünleriyle ünlenmiş çok güzel bir lokanta. Mönüde geleneksel Porto yemekleri ve dünya mutfağından da örnekler bulunuyor. Atlantik manzarasına karşı güzel bir yemek için ideal. Rezervasyon gerekli. Esplanada do Castelo, Porto 4150 Tel: 22-618-95-93. Telégrapho: Burası borsanın yakınlarında bir lokanta. Dolayısıyla son derece formel bir yer. Mönüsü uluslararası mutfak sunuyor ama daha çok et ve deniz ürünleri ağırlıklı. Servis muhteşem ve rezervasyon gerekli. Rua Ferrerira Borges Palácio da Bolsa. Tel: 22-332-20-19

VIYANA


Viyana masal alemi gibi bir şehir, hem çok tarihsel ve görkemli, hem sakin, huzurlu, romantik, aynı zamanda da şık bir Avrupa şehri. Kültür kelimesinin ne anlama geldiğini insan Viyana'da daha iyi anlıyor. Muhteşem operası, konserleri, sayısız galerileri, tiyatroları, müzikalleri burayı kültür konusunda eşsiz kılan unsurlar. Sonra birbirinden güzel café'leri, tramvayları, geniş ve ferah Ring-caddesi, trafiğe kapalı alışveriş için ideal Kärntner (Kaerntner) Strasse'si, bence Viyana'yı eşsiz kılan özellikler. Bu şehrin insana huzur ve mutluluk veren bir yanı var kesinlikle.Görkemli ve rafine bir imparatorluk başkentiymiş Viyana. Bu imparatorluktan kalanlar da şehrin ana hatlarını oluşturuyor zaten. II. Dünya Savaşı'ndan çok az zararla sıyrılabildiği için eskiyi önemli ölçüde muhafaza edebilmişler ve tarihi yaşatmaya ve yaşamaya devam ediyorlar. Şehrin tam ortasındaki Hofburg Sarayı'nın büyük kısmı bugün müze olarak kullanılıyor, bir ucunda da Cumhurbaşkanlığı Köşkü yer alıyor. Hofburg Sarayı'nın sol kanadında, Ephesus adı altında, Efes'ten çıkarılmış eserlerin olduğu büyük ve önemli bir koleksiyon var. Öndeki bahçe ve meydanın adı 'Heldenplatz', Kahramanlar Meydanı. Bu meydanda, genelde devletin veya belediyenin organize ettiği büyük konserler ve yabancı düşmanlığının ellerde mumlarla protesto edildiği büyük gösteriler düzenlenir. Hofburg'un ufak avlularından geçip, 'Michaelaplatz'a ulaşarak turumuza devam edelim. Bu minik meydan bana çok romantik gelir. Yaz aylarında, sağdaki heykelli çeşmenin suyuna elimi değdirmeden burdan ayrılmam. Burda, 20. yüzyılın ilk yarısında yaşamış ünlü ve yenilikçi mimar Adolf Loos'un yaptığı ve zamanında sadeliğiyle olay yaratan Loos-Haus vardır. Altında, Valentino ve Ungaro'nun koleksiyonlarını satan 'Renoir', Viyana'nın en şık butiklerinden biridir.


Michaelaplatz'tan, Viyana'nın metrekare fiyatı en pahalı ve en şık olan fazla da uzun olmayan Kohlmarkt Caddesi'ne geçilir. Artık burada Chopard, Louis Vuitton, Chanel, Gucci vitrinlerine bakmadan edemezsiniz. Eski sarayın pastacısı tarihi Demel Café ve pastanesinde bir kahve molası verin mutlaka. Esterhazy Torte yemeyi de unutmayın. Kohlmarkt'ın sonunda Graben'e ulaşırsınız. Burası da trafiğe kaplıdır. Şık mağaza ve café'ler burada da devam eder ve ara sokaklarda hem lüks, hem de ilginç ürünler satan mağazalara rastlamak mümkündür. 'Stephansplatz'a ve Viyanalıların kısaca Steffl dedikleri, Stephan kilisesine yaklaşırken sağda Augarten porselenlerinin mağazasına uğramadan olmaz. Stephansplatz'da, insan kendini şehrin tam göbeğinde hisseder. Burası yaz-kış kalabalık ve hareketlidir. Kiliseyle karşılıklı yer alan modern camekan bina Haashaus, günümüzün dünyaca ünlü Avusturyalı mimarı Hans Hollein'ın eseridir. Bu ultra modern bina içindeki mağazalar ile en üst katında yer alan ve Atilla Doğudan'ın sahibi olduğu Do&Co restaurant ve bar görülmeye değerdir. Do&Co'da kendinizi Viyana'nın çatısında gibi hissedersiniz. Stephansplatz'tan, Avrupa'nın en meşhur caddelerinden Kärntner-Strasse'ye yönelip, buradaki çeşitli güzel mağazaları ve café'lerin keşfini size bırakıyorum. Buradan Viyana'nın bir diğer önemli köşesine, Opera'ya ulaşırsınız. 'Wiener Staatsoper' dünyanın bir numaralı operasıdır. Burada mutlaka bir temsil izlemenizi tavsiye ederim. Opera'nın tam arka yüzüne bakan Viyana'nın en meşhur oteli Sacher'in, ünlü pastası 'Sachertorte'nin reçetesinin bugün bile çok gizli tutulduğu söylenir. Pastasının satıldığı minik dükkânda, uzun kuyruklar oluşur.


Küçük turumuzu bitirdikten sonra, yine buralara yakın, Prens Eugen Caddesi'ne uzanıp, Prens Eugen'in yaptırdığı, Barok sanatının en güzel örneklerinden Belvedere Sarayı'nın önüne geldiğinizde, Viyana'nın en güzel bahçelerden biri ve onun arkasında da Viyana'nın en panoramik görüntüsüyle karşılaşırsınız. Belvedere Sarayı'nın üst katındaki 'Österreichische Galerie'de, 19. yüzyılın sonuyla 20. yüzyılın başında yaşamış, art-deco'nun en muhteşem örneklerini vermiş dahi ressamlar Gustav Klimt ve Egon Schiele'nin tabloları yer alır. Bu koleksiyonları her zaman nefesimi tutarak izlerim. Galeride Klimt'in şimdiye kadar açılmış en büyük retrospektif sergisi 'Klimt ve Kadınlar', 7 Ocağa kadar devam edecek. Belvedere Sarayı Müzesi'nin daveti üzerine, Klimt'in eserleriyle paralellik gösteren 26 kıyafetim, üç hafta boyunca manken bebekler üzerinde aynı salonlarda sergilendi. Benim için onur verici bir çalışmaydı.

Aynı gün değil ama başka bir gün için de Schönbrunn Sarayı'nı bir rehber eşliğinde gezin. Çünkü saraya ait neşeli ve ilginç hikâyeleri kaçırmak olmaz. Sarayın dillere destan bahçesinde yürümek ayrı bir keyiftir. Bahçedeki Gloriette anıtına tırmanarak, buradaki şık cafe'de Avusturya'nın ünlü kahvesi 'melange'ı yudumlamayı unutmayın.Akşam yapılacak çok şey vardır Viyana'da. Opera, konserler, tiyatrolar, müzikaller... Ya da Viyana'ya has Heurige'lerde iyi bir yemek yiyip şarabınızı yudumlayabilirsiniz. İyi eğlenceler...

Nerede kalınır

Ambassador: Neuer Markt 5. Tel: +431 51466. Bu beş yıldızlı otelde eski yüzyılların ihtişamını yaşayabilirsiniz. Das Triest: Wiedner Hauptstrasse 12. Tel: 589180. Sir Terence Conran'ın dekore ettiği modern bir otel. Imperial: Kärtner Ring 16. Tel: +431 501100. Viyana'nın en ihtişamlı otellerinden olan Imperial'de devlet başkanlarına rastlayabilirsiniz. Römischer Kaiser Wien: Annagasse 16. Tel: +431 51277510. Burası Viyana'nın minyatür barok saraylarının klasik bir örneğidir. Sacher: Philharmonikerstrasse 4. Tel: +431 41456810. Bu en ünlü otelin odaları son derece gösterişlidir.

Nerede ne yenir

Figlmüller: Wollzeile 5. Tel: 512 26 177. Viyana'nın en büyük Wiener Schnitzel'i burada. Korso Hotel Bristol: Mahlerstrassa 2. Tel: 5151646. Ünlü aşçı Reinhard Gerer işletiyor. Şarap listesi muhteşem. Palais Schwarzenberg: Schwarzenbergplatz 9. Tel: 7984515. Beyaz şarap sosunda ıstakozu deneyin. Weibel's Wirtshaus: Kumpfgasse 2. Tel: 5123986. Viyana mutfağının modern versiyonu ile Avusturya ve İtalyan şarapları bulabilirsiniz. Zum Schwarzen Kameel: Bognergasse 5 Tel: 5338967. Beethoven'ın da müdavimi olduğu bu snack bar.


Ünlü café'ler

Demel: Kohlmarkt 14. Tel: 53517170. Tarihi bir dekorasyonu var ve pastaları muhteşem. Café Landtmann: Dr. Karl-Lueger Ring 4. Tel: 5320621. Sigmund Freud'un en sevdiği kahvehane. 1873'ten beri hizmet veriyor. Diglas: Wollzeiule 10. Şehir merkezinde. Appfelstrudel'ini mutlaka tadın. Sperl: Gumpendorf Strasse 11. Yazarların şairlerin buluştuğu bir cafe.

Heurige'ler (Şarap evleri)

Avusturya'ya özgü bu mekânların en popüler olanları Grinzing'dedir. Heurige'lerde o yılın yerel şarap mahsulleri açık olarak satılır. En ünlüleri: Mayer am Pfarrplatz (Pfarrplatz 2. Tel: 370 12 87), Schreiberhaus (Rathstrasse 54) Werner Welser (Probusgasse 12).'dir.

Nasıl gidilir

Viyana'ya THY'nin her gün saat 09.05, perşembe, cuma ve pazar 14.30'da uçuşlar var. Tel: 0212-663 63 63. Avusturya Havayolları'nın ise her gün 17.15'te uçuşu var. Çarşamba ve pazar günleri dışında da 07.05'te ek seferleri var. Tel: 0212-663 07 07/293 67 95.

Friday, April 18, 2008

Bir başka İstanbul

Turist olmak, bir bakıma size ne verilirse onu almak anlamına da gelir. Alt tarafı elinizdeki 'ayrıntılı' broşürlerden ya da arkadaş gözlemlerinden yararlanarak bir program oluşturabilirsiniz kendinize ama yine de birileri sizi bir yerlere sevk eder, çaresiz, izlemek zorunda kalırsınız onları. 'Shaltering Sky' gibi romanlar ya da 'Arabistanlı Lawrence' gibi filmler vardır ama bu tür eserler de Batılı bir ya da bir grup insanın kendi sosyal ya da pisikolojik sorunlarıyla başka bir coğrafyada boğuşmasının, çatışmasının öyküleridir. Kavafis'in söylediği gibi, ''Bu şehir arkandan gelecektir''. Kendi şehirlerimizden asla çıkamayız. Eğer biraz kendinizden vazgeçebilirseniz, sizi içine alıverecek, dönüştürebilecek özel şehirler vardır. İskenderiye için söylenebilir bu ya da bir Yunan adası için ya da belki New York için. Ya da belki herkesin bir dönüşüm şehri vardır, bir kader şehri, fark edip korkmadan oraya uğrayabilirsek ne âlâ. İşte İstanbul bu şehirlerin en başında gelir.


Ayasofya'nın gölgesinde

Bu sayımızda farklı adresler araştırdık ya da az da olsa bilinen adreslerin farklı yönlerini açığa çıkarmaya çalıştık. İstanbul'a gelip yıldızlı otellerde kalıp, dünya mutfaklarını tadıp, belli müzeleri gezip... Herkesin tercihleri vardır şüphesiz ama biraz bunun dışına çıkmak istersek... Öncelikle nerede kalalım sorusu gündeme geliyor elbette. Ayasofya'nın hemen arkasında Soğukçeşme adlı bir sokak vardır. Zamanında, saray çalışanlarının kaldığı evler restore edilerek 19. yüzyıl tarzı yapılar ortaya çıkarılmış. Araba girmeyen sessiz bir sokak ama Topkapı Sarayı ve bölgesinin tüm enerjisini, rengini barındırıyor. Sabah yatağınızdan kalktığınızda Ayasofya'nın gölgesinde olduğunuzu görüyorsunuz, arka bahçedeki kazı alanlarını, Mimar Sinan'ın da üzerinde çalıştığı dev kubbeyi... Dünyanın belki de hiçbir mabedinde Ayasofya'nın titreşimine benzer bir titreşim yoktur. İnsanın böyle bir atmosferde sabah çayını yudumlaması parayla satın alınabilecek bir şey değildir. Ayasofya Pansiyonları: Soğukçeşme Sokağı, Sultanahmet. Tel: +90 212-524 01 26. www.ayasofyapensions.com


Arnavut kaldırımlı bir sokağın üzerindeki bu sıra evlerden çıkıp yukarı doğru yürüdüğünüzde, Ayasofya'yı hep sağınızda tutarak çevresinden dolaşırsanız, biraz ilerde, yine aynı kurumun yapılarından biri olan Yeşil Ev'i görürsünüz. Yine 19. yüzyıl mimarisi ve dekorasyonunda çok güzel bir yapıdır. Onun hemen bitişiğindeki avlu ise Kabasakal Medresesi, diğer adıyla, İstanbul El Sanatları Merkezi. Medreselerin geçmişi Selçuklu dönemine kadar uzanıyor. Tam anlamıyla bir eğitim merkezi olarak tarif edilebilecek bu kurumlarda tıp, ilahiyat, astronomi, matematik, hukuk gibi konularda eğitim veriliyordu. Kabasakal Medresesi'nin tarihi tam olarak bilinmiyor ama inşaat tekniğinden yola çıkarak, 18. yüzyıl olduğu tahmin ediliyor. Soğukçeşme Sokağı'nın hemen yakınında da Caferağa Medresesi vardır ama dediğimiz gibi, orası iyi bilinen bir yerdir. Kabasakal Medresesi ise ondan daha küçük, daha mütevazı ama günümüzde diğeriyle aynı işleve yerleştirilmiş bir yer. Burada da geleneksel el sanatları kursları veriliyor, kurs öğretmenlerinin işleri sergileniyor ve satın alınabiliyor. Geçmişte, bu küçücük odalarda öğrenciler kalırmış. Bugün, her bir oda bir atölye için ayrılmış. Hat, ebru, cam altı boyama, tezhip, minyatür, bebek yapımı gibi alanlarda çok hoş örnekler bulabilirsiniz. Kabasakal Cad. No: 7, Sultanahmet.

Sahaflar Çarşısı'ndan kuru fasulyeciye...

Buradan Beyazıd'a doğru yürüyerek Kapalıçarşı'ya gelirseniz ve kitap düşkünlüğünüz varsa, ilkin Sahaflar Çarşısı'na uğramanızı öneririz. Ne yazık ki geçmişteki gibi tam bir sahaflar çarşısı değil burası ama yine de o atmosferi görmekte fayda var. Biz, üç kuşaktan beri burada sahaflık yapan Turan Türkmenoğlu'nun kitabevine uğradık. El yazması Kuranı Kerim, Ermenice, İbranice, Yunanca kitaplar bulunduruyorlar ve artık bu tür eserleri bulmak pek mümkün değil. Ayrıca Osmanlı döneminde son dönem çok kullanılan Fransızca kitapları da burada bulmak mümkün. Kitapların tarihleri 18. yüzyıldan 19. yüzyılın başına kadar uzanıyor ve konuları da genellikle felsefe ve tarih ağırlıklı. İstanbul ile ilgili seyahatnameler de burada bulunabilir. Onlar da, kitabın yanı sıra günümüzden ebru ve hat örnekleri satıyorlar, ayrıca burada hat malzemeleri bulmak mümkün. Elif Kitabevi, Sahaflar Çarşısı, No: 4, Beyazıd. Tel: 0212-522 20 96.


Turumuzun bu aşamasında öğle yemeği vakti geldi. İstanbul'da geleneksel bir yemek isteniyorsa, şüphesiz bunu çok iyi yapan yerler var ve yazılarımızda bu tür adresleri sık sık veriyoruz. Bu kez değişik bir adresi denedik ve bu merkezden çok da uzak olmayan Süleymaniye'ye gittik. Süleymaniye, bir selatin camii, yani sultan camii olan Kanuni Sultan Süleyman adına Mimar Sinan tarafından inşa edilmiş olan Süleymaniye Camii'nden alıyor adını. Bu cami başlıbaşına pek çok yazının konusu olacak kadar kapsamlı bir yapıdır. Biz şimdilik etrafını dolaşıp karnımızı doyuralım. Cami bir külliye olarak yapıldığı için hastane, kütüphane, çarşı gibi pek çok bölümden oluşuyor. Bu yapılar günümüzde de aynı işlevi sürdürüyor. İşte yan kapısından çıkınca hemen karşınızda göreceğiniz küçük lokantalar topluluğu da böyle bir çarşı yapısının içine yerleşmiş. Yani, eğer bahçede değil de içerde yemek yiyorsanız, teknik olarak Mimar Sinan'ın tasarladığı ve inşa ettiği bir mekanda olacaksınız. Aslında küçücük bir mekan burası ve bu tür aile işletmelerinin hemen hepsinde olduğu gibi, duvarda soluk, siyah beyaz bir fotoğraf asılı. Bu, Kurucu Ali Baba, yani 1939 yılında orada bu lokantayı açan kişi. 'Kurucu' derken, kuru fasulyeyi kastediyoruz elbette. Ocağın başında ailenin 4. kuşak üyesi aşçıbaşı duruyor. Kuru fasulye önemlidir, hatta o kadar önemlidir ki, bazıları sabah kahvaltısında bile yiyebilir bu nefis yemeği, tabii yanında da pilav olacak. Yemek Erzincan dermason fasulyesinden yapılıyor ve içinde acı Arnavut biberi var. Etsiz pişiriliyor. Karnıyarık, tas kebabı gibi birkaç yemek çeşidi ve tatlı olarak da kadayıf yemek mümkün. Kuru 3, pilav 3, çoban salata 1,5 YTL. Taklitlerinden sakının! Kurucu Ali Baba, Kanaat Lokantası: Prof. Sıddık Sami Onar Cad. No: 1/3, Süleymaniye.

Thursday, April 17, 2008

ARNAVUTKOY


Küçük, mavi beyaz boyanmış bir köy iskelesi... Arnavutköy. Küçük bir vapur yolcularını bekler. Tarifeye bakılırsa, Kadıköy ya da Beşiktaş hattı gibi yoğun değildir buranın trafiği. Saatleri belirtmek için ışıklı tabela bile yoktur. Hareket saatleri öylece, gazlı kalemle yazılıvermiştir tahtaya. Demirli kapının üzerinde güvercinler tüner, sonra kedi güvercinleri kovalar... İçeri bakınca, pencerenin kenarlarında yağ tenekelerine ekilmiş sardunyalar görürsünüz. Çımacıların, gişe görevlilerinin evi gibidir iskeleler. Süslerler, temizleyip bezerler, kendi evleri gibi sahip çıkarlar. Vapurlar da kaptanlarındır. Kaptanköşkünün penceresinde, yine tenekeler içinde rengarenk sardunyalar vardır. Hatta kiminin perdeleri vardır sanırsınız. Belki de vardır...


Mahmut'un battaniyesi

İskelenin hemen yanında, geniş plastik leğenlerde canlı balıklar vardır. Balıkçıların o sabah tuttuğu balıklardır bunlar. Mahalle sakinleri ya da arabayla yoldan geçenlerin gezici balık dükkanlarıdır bunlar. Onların hemen yanında, balık avlayanları görürsünüz. Her mevsim ve günün her saatinde mutlaka birileri balık avlamaktadır. Tipik bir İstanbul Boğazı manzarası. Sahil boyu oturma sıraları vardır. İster yürüyüş yaparsınız ister bu sıralara oturup balık tutanların, gemilerin, martıların, dalgaların seyrine dalarsınız. Arka planda nefis bir Anadolu yakası manzarası vardır; Kandilli, Vaniköy... Bu semtler Boğaz'ın şanslı bölgeleridir çünkü imara en az açılmış yerlerdir. Yemyeşil korular uzanır ve bu nedenle seyrine doyulmaz. Boğaz'a sırtınızı verirseniz, muhteşem bir yalılar silsilesiyle karşılaşırsınız.

Balık tutanların arasında pecmurde ama hiçbir zaman saçı sakalına karışmamış, yaz kış koyu renk bir ceket pantolon giyen, çok sigara içen, çocuksu bir hevesle oltadaki balıkları seyreden bir adama rastlayabilirsiniz. Adı Mahmut'tur. Kırklı yaşlarının başında. Rumeli Hisarı'nda doğmuş. Sünneti, iskelenin hemen arkasındaki eski, iki katlı evlerinde yapılmış. Ailede arsa, ev bolmuş. Ankara'ya gidip matematik eğitimi görmüş ve sonra yüksek matematikçi olmuş. Pek sevmemiş matematiği. Güneye inmiş bir süre. İngilizce turist rehberliği yapmış. Tutturamamış ama tutturmak da istememiş. İstanbul'a dönmüş. Artık bir evsizmiş ama onun mekanı Arnavutköy'dür. Doğduğu semtteki arkadaşlarına, oradaki evsizlere uğrar zaman zaman. Sohbet imkanı bulursanız bir de sigara ikram edin mutlaka. Hayatın anlamını, sokakları, Hisar'daki balıkçının kulübesindeki evsiz kadını, sokakların kanununu... Mahmut anlatır size. Aynı çocuksu hevesle şiirlerini de okur. Kışın nasıl olup da barındığını, ısındığını soracak olursanız cevabı kendi hayatından verir, "en güzel battaniye bulutlardır" der. Bu gidişimizde göremedik Mahmut'u.


Küçük Beyoğlu

Arnavutköy, Ortaköy ve Kuruçeşme'den sonra gelen ve yine İstanbul'un en eski köylerinden biridir. Özellikle eski evleri, daracık sokaklarındaki mahalle havası, sakinliği ve son yıllardaki eğlence hayatıyla bilinir, bir de çileğiyle. Küçük, açık pembe renkli mis kokulu bir çilek türü. Aslında bir başka adı da Osmanlı çileğidir. Sahile açılan bir vadi ve yamacına kurulu olduğu için hem manzarası hem de sık bitki örtüsü açısından çok güzel ve etkileyici bir görünüme sahiptir.

Arnavutköy'ün ilk çağdaki adı, Hestai'ymiş. Boğaz'ın en önemli ibadet yerlerinden biri olan ve Konstantinos tarafından yaptırılan Ayios Mihael kilisesinde, Başmelek Mihael'in mozaik bir ikonası saklanıyordu. Ortodoks kilisesinde İsa'nın vaftizine remiz olarak haçın suya atılması yortusu, Arnavutköy'de 20. yüzyılın başına kadar geleneksel biçimde kutlanmaya devam etmiş ve günümüzde de halen sürüyor. Bu törenin köylere bereket getireceğine inanılıyormuş. Hz İsa'nın Ürdün ırmağında vaftiz edilmesinin anısına yapılan tören sırasında denize tahta haç atılarak denizin bereketi, balıkçıların ve gemicilerin sağlığı için dua edilirmiş. Haçı sudan çıkaran delikanlı haçı öperek papaza teslim eder ve haç köy dükkanlarında dolaştırılarak bahşiş toplanırmış.


Denize haç atma törenini izleyen çalgılı, içkili gazino alemleri çok rağbet görmüş. O zamanlar Arnavutköy'e bu canlı eğlence hayatı yüzünden Küçük Beyoğlu da denirmiş. Geçmişi 1200 yıllarına dayanan Ayios Strati Taksiarhi Rum Ortodoks Kilisesi, geçirdiği yangın ve depremlere rağmen onarılmış biçimiyle halen ayakta ve cemaatine açık. Bahçesinde Ayios Pareskevi Ayazması bulunuyor. Semtte, hemen sahilde görülebilecek dini tarihi yapılardan biri de 1832 yılında II. Mahmud tarafından yaptırılmış olan Tevfikiye Camii.

Semt, Kanuni Sultan Süleyman döneminden itibaren büyük önem kazanmış ve büyük panayırlara sahne olmuş. Bu panayırların 1940'lı yıllara kadar devam ettiği biliniyor. Yazın en sıcak günlerinde bile esintili olan havası, köyün sırtlarındaki bağlar ve bahçeler bu bölgeye mesire yeri olarak her zaman ün kazandırmış. Gazinoları, sandal sefaları, özellikle panayır döneminde çalgılı, kasap havalı, sazlı sözlü alemleri ile ünlüymüş.


Yürüyen çağanozlar

Köyün, Arnavutköy adını ne zaman aldığı tam olarak bilinmiyor. Ama Fatih Sultan Mehmed'in Arnavutluk'a egemen olmasından sonra yöreden getirilen Arnavutlar'ın bu bölgeye yerleştirildiği biliniyor. O yüzyıllarda bu bölge üzüm bağlarıyla kaplıymış. 16. yüzyılda ise İstanbul'un en önemli mesire yeri olarak biliniyor. 19. yüzyılın ortalarına kadar Rum ve Musevilerin oluşturduğu bakımlı, güzel ve canlı bir Rum köyü olmuş. Evliya Çelebi, "Ekmeğinin ve peksimedinin beyaz, Yahudileri'nin sahib-i zevk ve ehl-i saz, cemaati müslimin gayet az" diye sözetmiş Arnavutköy'den. 18. yüzyıla gelindiğinde, köy halkı tümüyle Rumlar'dan oluşuyormuş. Yine aynı yüzyılda, hanedanın sultan kızı ya da kardeşi gibi iktidar sahibi kadın üyelerin bu bölgede sahilsaraylar yaptırdığı biliniyor. Arnavutköy'ün ticaret hayatı her zaman canlı olmuş. Çünkü Yeniköy'den sonra Boğaz'ın denizciler için peksimet üreten ikinci köyüymüş. Ama aynı zamanda Boğaz'ın akıntılarının en şiddetli olduğu yer diye de biliniyor. Eskiden kötü havalarda çok tehlikeli sayılan bu sahilde, kayıklar kimi zaman halatla sahilden çekilir kimi zaman da yolcular burada kayıklardan inerek yollarına karadan devam ederlermiş. Rivayete göre, 16. yüzyılda akıntıya karşı yüzemeyen çağanoz sürüleri burada karaya çıkmışlar, akıntının sonuna kadar yürümüşler ve yeniden denize dönmüşler. Rıhtımda bıraktıkları izlerin 18. yüzyılda halen görülebildiği de rivayet edilmiş.



Semtin ön yüzü ve belki en muhteşem özelliği şüphesiz sahil boyu uzanan yalılarıdır. Tarihi eser olarak tescil edilen bu evler böylece koruma altına alınmış. Hemen hepsi geçen yüzyılda inşa edilmiş. Ancak 1980 yılı sonrasında önünden geçirilen kazıklı yol nedeniyle denizle olan doğrudan bağlantısı kesilmiş. Hepsinin doğrudan denize bakan pencerelerinin olduğunu, otomobil gürültüsü yerine atlı arabalar ve kürek seslerinden başka sesin olmadığı, kayıkhanelerinden denize açılıp kürek çektikleri, kendi evlerinin önünde rahatça denize girdikleri zamanlar düşünülürse...

Günümüzde, Arnavutköy'de yine de sakin ve hoş bir yürüyüşe çıkılabilir. Ya da akşam üzeri sahildeki restoranlardan birinde güzel bir akşam yemeği yenebilir. Bu ay levrek, lüfer, çipura ve tekir balıkları bol bulunur. Boğaz'ın bu kısmı günbatımını doğrudan görmez ama karşı yakadaki korulara yansıyan kızıllık muhteşemdir.

ANADOLU KAVAGI

İstanbul'u gördüm, diyebilmeniz için Boğaz'ı görmüş olmanız gerek. Başka bir deyişle, Boğaz'ı görmediyseniz, tadını çıkarmadıysanız, İstanbul'a gittim, demeyin. Her iki yakada da Boğaz'ı gören nefis oteller var, yani en kolaycı seçeneklerinizden biri, bu şık otellerden birinde konaklamak ve Boğaz'ın seyrine dalmaktır. Eğer bununla yetinirseniz, sadece bir seyirci olarak kalırsınız. Oysa bir şeye nüfuz etmek için koklamanız lazım, içinden geçmeniz, görmeniz, ayrıntılarını, ışıklarını hissetmeniz lazım. Tabii vaktiniz varsa. Zaman azlığı her zaman iyi bir bahanedir ama eğer buna sığınmazsanız...

Statünüz, geliriniz hatta yaşınız ne olursa olsun, İstanbul Boğazı'nın tadını çıkarmak için muhteşem bir seçeneğiniz var. Sirkeci'den binersiniz Dilenci Vapuru'na, Haliç girişinden itibaren Karadeniz'e doğru yola çıkarsınız. Yavaş yavaş, hazmede hazmede geçersiniz onca güzelliği. Yavaş yavaş diyoruz çünkü Dilenci Vapuru, adı üzerinde bol uğraklı bir vapurdur ve tadını çıkarmanız için zaman verir ama bezdirici bir yavaşlığı olduğunu düşünmenizi istemeyiz. Bu yolculukta, gideceğiniz en uç noktalardan biri de Anadolukavağı'dır. Anadolukavağı'ndan sonraki ve son yerleşim ise Fener'dir ve sonrası, Karadeniz.

Dilenci Vapuru

Vapurlar mütevazıdır, gölgelik kısmı boldur, sıcak bir yaz gününde hoşlukla serinleten bir rüzgarı vardır ve çayı da fena değildir. Boğaz'ı geçerken aslında uzun bir tarih dilimine de tanıklık edersiniz. En güzeli de muhteşem yalılar ve hâlâ bir kısmı korunabilmiş korulardır. İnsan ister istemez şu imar yasası olmasaydı, Boğaz imara açılmasaydı nasıl bir yeşilliğin içinden geçerdik, diye düşünür. Yine de bitmedi İstanbul'un yeşilliği. Yanaştığınız hemen her iskelede mutlaka balıkçıları, küçüklü büyüklü balıkçı teknelerini, denize giren, piknik yapan insanları görürsünüz. Hemen her Boğaz köyünde en az Osmanlı döneminden kalma tarihi yapılar görürsünüz. Bunların bir kısmı da sözünü ettiğimiz yalılardır. Yanaştığınız birçok iskelede ızgara balık kokusu mutlaka vardır. Bu koku, midenizi Anadolukavağı'ndaki yemeğe hazırlar ama ne hazırlık!

Anadolukavağı iskelesine yanaştığınızda, üstelik de vapurun üst katındaysanız, küçük bir sahil köyü olduğunu görürsünüz. Burası bir vadi köyüdür aslında. Birkaç yüz metrelik sahil hemen tümüyle balık lokantalarıyla kaplıdır. Vadinin iç kısmına doğru olan bölgede köyün yerleşim kısmı vardır. Vapur iskelesi bu lokantaların ve hediyelik eşya dükkanlarının ortasında olduğu için, vapurdan inince kendinizi nefis balık ve meze kokularının ortasında bulursunuz. Çaresiz, yapacağınız öncelikli şey, iyi bir yemek yemektir. Çarşı esnafı belki biraz girişimci ve biraz da ısrarcıdır ama sıcak ve konuksever insanlardır. Aslında lokantalar arasında çok fazla fiyat ve kalite farkı da yoktur. Tek fark, denizi daha yukardan mı göreceksiniz yoksa balıkçı tekneleriyle iç içe mi yemek yiyeceksiniz. Hayatta böylesine önemli sorunlar da var görüldüğü gibi.



Hemen hatırlatmakta fayda var, buraya gelenler, vadinin üst kısmındaki kaleye mutlaka çıkarlar ki, çıkılması da şiddetle tavsiye edilir. Kaleye çıkış yolu, tok mideyle yapılabilecek bir yürüyüş sayılmaz. Oldukça dik ve bir şehirli için kısa sayılmaz. Eğer kaleye çıktıysanız, burada ilk dikkatinizi çekecek olan şey sessizlik, çiçek ve çam kokusu olacaktır. İlerde Karadeniz; aşağıda, Türkiye'nin güney sahilinde misiniz yoksa Ege'de misiniz ayırt edemeyeceğiniz nefis bir yeşillik ve deniz, Boğaz'dan Karadeniz'e açılan gemiler ve yine sessizlik... Bu bölgenin bir başka önemli özelliği de Boğaz'a uğrayan yunuslardır. Geçmişte çok daha fazla sayıda oldukları ve daha içerlere girerek uzunca ziyaretler yaptıkları söyleniyor. Boğaz'ın bu bölgesinde oynaşan yunusları yine de görme imkanınız var. Böylesi bir ruh ve beden küründen sonra önünüze ne gelse afiyetle yiyeceğinizden eminiz.


Böğürtlenler, Cenevizliler ve midye

Etrafta bolca böğürtlen de vardır. Ağustos ayı da böğürtlerlerin kızarıp olgunlaştığı dönemdir. Yoros Kalesi, Bizans döneminde yapılmış ancak imparatorluk zayıf düşünce kale Cenevizlilerin eline geçmiş ve bu yüzden Ceneviz kalesi sanılmış. Kalenin kapladığı alan İstanbul çevresindeki bütün öbür kalelerin alanlarından büyük. İç kesimdeki kulelerin bazıları hâlâ iyi durumda ve duvarlarda Yunanca yazıtlar göze çarpıyor. Evliye Çelebi'nin aktardığı yaygın ama kanıtlanmamış bir söylentiye göre: Anadolukavağı'ndaki kaleden denizin ortasında bulunan bir kuleye de dolanarak karşı sahilde, Rumelikavağı'ndaki bir diğer kuleye bağlanan bir zincir Boğaz'ı kesiyor ve tüm Boğaz'ın bu noktadan kontrol edilmesini sağlıyordu.Gerçekten etkileyici bir söylenti.

Anadolukavağı'nı tarih boyunca önemli kılan ve buraya IV. Murad'ın da yaptırmış olduğu gibi çeşitli kaleler yapılmasına sebep olan şey, şüphesiz stratejik önemi olmuş. Burası, Karadeniz'e kıyısı olan Balkan ülkelerine ve Rusya'ya açılan kapı olması nedeniyle hem askeri hem de ticari olarak önemli bir merkezmiş. Çünkü aynı zamanda bir gümrük ve sınır kontrol noktası olmuş ve bu nedenle de ekonomik bakımdan gelişkin bir yermiş. Kaynaklara göre, yaz ve kış aylarında, bu limanda 300 gemi bulunurmuş. Gemiler Karadeniz'e çıkmak için uygun hava beklerken burada demir atar, köyün dükkanları denizcilerin ihtiyaçlarını karşılamak için geceleri bile açık tutulurmuş.

Anadolukavağı'nın dalyanlarının da eski ve bereketli dalyanlar olduğu ancak 19. yüzyılın sonlarında kapandığı biliniyor. Özellikle kılıçbalığı avı, yakın zamanlara kadar köy halkının başlıca geçim kaynağını oluşturmuş. Köyün iç kısımlarında ya da çarşıda ağ yamayan yaşlılara rastlarsınız mutlaka. Balık eskisi kadar bol olmasa da geçimini denizden sağlayanların sayısı hiç de az değil. Bölge 1980'li yıllara kadar, askeri yasak bölge olması nedeniyle kara ulaşımına kapalıydı. Bugün ister karadan ister denizden buraya ulaşma imkanı var ama dediğimiz gibi, en keyiflisi deniz yoluyla ulaşım olacaktır.

Anadolukavağı'nda, sahilyolunun bir arkasındaki sokağa geçerseniz küçük hediye dükkanları göreceksiniz. Pamuklu kumaşlardan yapılmış giysiler yaz günleri için idealdir. Buranın bir başka önemli özelliği de İstanbul'un Marmara tarafında yemenizi pek de tavsiye etmeyeceğimiz midye. Midye suyu süzüyor ama katı maddeleri bünyesinde barındırıyor o nedenle demizi temiz olan yerden çıkarılan midyeyi yemek gerek. Anadolukavağı'nda midye yiyebilirsiniz. Üstelik sosu da nefistir.



Ağustos ayında çinekop ve olta lüferi çıkmaya başlar, ay sonuna doğru da çingene palamutu. İstavrit zaten hemen her zaman vardır. Biz kızarmış minik hamsileri tercih ettik. Balığın hemen her türüne soğan çok yakışır üstelik burada beyaz ve sulu bir soğan türü var. Ayakta atıştırmak isterseniz balık-ekmek usulünü uygulayacaksınız ki, hem ucuz hem de çok lezzetli bir seçenek olduğunu söylemeye bile gerek yok.

Wednesday, April 2, 2008

Perge ( Antalya )


Çağlar boyu Anadolu kadını tanrıça, yargıç, savaşçı gibi değişik rollerde görülür. Ana tanrıçalar, Asur Ticaret Kolonilerinden Kültepe'deki (İ.Ö. 2000) ticaret yargıçları, Priene yargıçları, Amazonlar, Büyük İskender'in emriyle Miletos'un fethinden sonra savaşçıların evlendiği eğitimli askerler... Hepsi kadındır. Lydialı kadınlar kocalarını kendileri seçerdi. Miletos'un efsanevi kurucusu Neleus, şehrin kadınlarını yeni gelenlerle evlenmeye zorladığında kadınlar, kocalarıyla aynı masaya oturmama ve onlara adlarıyla hitap etmeme kararı aldı. Ya da Xsanthoslu kadınlar Perslere teslim olmamak için (İ.Ö. 545) kendilerini öldürdü. Anadolu kadınının rolleri böyle uzar gider.Bunlardan biri de Plancia Magna. Perge'de gücünün doruğuna ulaşıp, hem kendi adını hem de belirlediği isimleri Perge adıyla birlikte ölümsüz kılmış. Perge şehrinin kurucu ve daha sonra da senatörlerinden birinin kızı olan Plancia Magna İ.S. 2. yy'da yaşamış ve yüksek mevkilerde görev yapmış zengin bir kadın. Şehrin en önemli tanrıçası Artemis'in rahibelerinden olan annesi ise ona dini açıdan güç veriyor. Görev ve sıfatları arasında sulh hakimliği, okul müdürlüğü, Ana Tanrıça Kybele, Artemis ve İmparatorluk Kültü Rahibelikleri ve şehrin hamiliğini saymak mümkün.


Anıtsal Kapı

En önemli ve kalıcı yapıtı ise şehrin girişindeki iki kulenin hemen arkasında, kendi adına yaptırdığı ve hem tanrı hem de şehrin kurucularının heykellerinin yer aldığı at nalı biçimindeki Avlu ile Anıtsal Kapı. Plancia Magna'nın, İ.S. 120'li yıllarda böylesine görkemli bir yapıya zaman ve para harcamasının nedeni ne olabilirdi diye araştırdığımızda tamamıyla gönüllü olarak olmasa da toplum adına yararlı işler yapma geleneği, zenginlik, gösteriş ve ihtişam merakı ve komşu şehirlerle girişilen rekabet gibi nedenler buluyoruz. Yunan kültürüne hayranlığıyla tanınan Roma İmparatoru Hadrianus, Atina'da 'Panhelleneia' şenliklerini bu yıllarda başlatır. Şenliklere katılma ayrıcalığı ise yalnızca Yunan soyundan geldiğini kanıtlayabilen kentlere veriliyordu. Bu yüzden birçok Anadolu kenti uydurma mitolojik öykülerle Yunan kökeninden geldiklerini kanıtlama yarışı içine girmiş. Bu çabalar Plancia Magna'nın bütün bunları neden yaptığını da açıklıyor.Plancia Magna'nın tanrılar ve kahramanlar salonu niteliğindeki oval avlusunun iki tarafındaki duvarlarda, tanrı ve kurucuların heykelleri için ayrı ayrı 14'er tane niş var. Kurucular da kendi içlerinde 7 mitolojik, 7 de çağdaş olmak üzere ikiye ayrılıyor. Yedi çağdaş kurucunun hepsinin Plancia Magna'nın kendi ailesine ait olduğu düşünülüyor. Ancak en önemli nokta, heykellerdeki kadın sayısının erkeklerden fazla oluşu. Döneme bakıldığında Plancia Magna gibi daha birçok kadının hem üst düzey yönetimlerde yer aldığı hem de velinimet görevleri üstlendiği görülüyor. Kral soyundan gelen kadınların yerel kadınlar tarafından örnek alındığı da ayrı bir gerçek. Böylece Plancia Magna, Perge'nin bir şehir olarak adını, kültürünü, saygın kimliğini yerleştiren ve pekiştiren önemli kişiliklerden biri olarak çıkıyor karşımıza. Şehrin diğer önemli ismi de büyük Geometri üstadı Apollonius (İ.Ö. 3.yy-2.yy). Özellikle 'Konikler' adlı kitabı matematiğin gelişimi üzerinde çok etkili olmuş. Elips, hiperbol ve parabol terimlerini ilk kez kullanan Apollonios ayrıca, geometrik modelleri gezegen sistemine uyarlayan eskiçağ matematik astronomisinin kurucularından.

Perge Ören Yeri

Perge ören yerinde ziyaretçileri tiyatro ile stadion karşılar. Perge Tiyatrosu Anadolu'nun en süslü tiyatrolarından biri. Tiyatronun sahne binasının dış yüzünde 12 m yüksekliğinde, beş nişli bir anıtsal çeşme yer alır. 12 bin izleyici kapasitesiyle Anadolu'nun en iyi korunmuş stadionlardan biri yine Perge'de. Diğerleri Aphrodisias ve Laodikeia'dadır.Kentin asıl girişi tiyatro ve stadiondan sonra geliyor. Önce İS 4.yy'da inşa edilmiş Roma Kapısı, ardından İÖ 3. yy'dan kalma iki yuvarlak kuleden oluşan Helenistik Kent Kapısı var. Bunların arasındaki geniş alanda Roma dönemi hamamları ile anıtsal çeşmeler bulunuyor.20 metre genişliğindeki Sütunlu Cadde, iki yanında üzeri kapalı bir revak ve gerisindeki dükkânlardan oluşuyor. Perge'de sıra dışı olan şey, caddenin ortasında uzanan su kanalı. Kanal ne içme suyu taşımayı ne de su boşaltmayı amaçlamış; sıcak yaz günlerinde insanları serinletmek, rahatlatıcı sesiyle dinlendirmek ve suyun üstünde güneş ışığını yansıtmak için yapılmış. Sütunlu Cadde Helenistik Kapıdan Anıtsal Çeşme'ye dek uzanıyor ve diğer ana caddelerle kesişiyor. Perge'nin Agora'sı sıralı sütun ve dükkanlarla çevrili küçük, kare bir alan. Agoranın ortasında tüccarların tanrısı Hermes'e ya da şans tanrıçası Tyche'ye adanmış yuvarlak bir yapı var. Burada hâlâ dükkanlara ait izler bulunur. Agoranın kuzeydoğu ucundaki çengel ve bıçaklı kasap levhası buna örnektir.


Nasıl gidilir

THY'nin Antalya'ya İstanbul'dan her gün 5, Ankara'dan da 3 seferi var. Perge'ye ulaşmak için Meydan Postahanesi'nin karşısından Aksu minibüslerine binmeniz gerekli. Aksu'da inip taksi tutarak ya da bu kısa mesafeyi (1.5 km) yürüyerek Perge'ye ulaşabilirsiniz. Antalya'daki pek çok araba kiralama şirketinden araba da kiralayabilirsiniz.


Nerede kalınır

Antalya'nın merkezinde: Dedeman Otel Tel: 0242-321 79 10. Talya Otel Tel: 0242-248 68 00. Sheraton Voyager Tel: 0242-238 55 55. Kale İçi'nde: Adalya Otel Tel: 0242-243 27 56. Aspen Otel Tel: 0242-247 05 60. Marina Otel Tel: 0242-247 54 90. Doğan Pansiyon Tel: 0242 241 84 42. Türk Riviera'sı olarak adlandıralan Belek'te de konaklayabilirsiniz. Hotel Sillyum 2000: İleribaşı Mevkii, Belek. Tel: 0242-715 21 00.

Monday, March 24, 2008

THE CIRAGAN PALACE


The best sites along the Bosphorus and the Golden Horn had been reserved for the palaces and mansions of the sultans or important personalities. Most of these, however, have disappeared in time. One of these, the large Crragan Palace, burned down in 1910.


The palace, replacing an earlier wooden palace, had been built in 1871 for Sultan Abdula'ziz by court architect Serkis Balyan. The construction took four years and cost four million gold pieces.


The ceilings and the interior partitions were made of wood, the walls were covered by marble. The columns were superior examples of stonemasonry. The palace was lavishly decorated with rare carpets, gilded pieces and furniture inlaid with mother-of-pearl.


Like other palaces on the shores of the Bosphorus, the Ciragan had been the venue of various important meetings. Its facades were decorated with colored marbles, it had monumental gates, and it was connected to the Yildiz Palace on the slopes behind it with a bridge.



On the landside it was surrounded by high walls. After remaining in ruins for many years, the palace has been renovated and turned into a 5-star seashore hotel with several new additions.

THE YILDIZ PALACE


This is a complex of pavilions and gardens scattered over a large area of hills and valleys overlooking the Bosphorus and surrounded by high walls. This second largest palace in Istanbul is now separated into various sections, each serving a different purpose. The 500,000 sq. m grove had always been reserved for the court, and the first mansion built here in the early 19th century was quickly followed by others. When Sultan Abdulhamid II, who was an overly suspicious person, decided that this palace offered better security, the complex soon developed into its present form.

During his thirty-three year reign, the sultan used this well-protected palace resembling a city within a city as his official quarters and harem. The different courtyards containing pavilions, pools, greenhouses, aviaries, workshops and servants' quarters were separated from each other by passageways and gates. There are two small and charming mosques situated outside the two main entrances.


The buildings that were allocated to the higher military academy have been vacated now. The facilities to the north are still used for military purposes, but the other sections have been assigned to the use of the Yildiz Technical University, the municipality, the Department of National Palaces, and the Institute for Research in the History of Islamic Arts and Cultures.

The large part of the palace gardens, some old pavilions and the famous porcelain workshops are open to the public in what is now called the Yildiz Park. The park is connected to the Ciragan Palace on the seashore with a bridge. The best-known building in the complex, the Sale (chalet) Pavilion, is reached through the park. The pavilion is an important museum with its well-kept gardens, its exterior architecture resembling Alpine hunting lodges, its rich decorations, valuable furniture, carpets, and large ceramic stoves.

The main entrance of the Yildiz Palace is up the hill from Besikta§. The Muayede Pavilion to the left of the entrance is now being renovated as a new museum. Also on the left side are the single-storied Qt Pavilion, where the guests of the sultan were accommodated, and the entrance to the harem. On the opposite side stood the offices of the military officers in charge, the Yaveran chambers. The greenhouse and the theater in the harem section are attractive examples of their kind.

The staff dining room to the right of the entrance was later used to exhibit weapons collections. Today exhibitions and concerts take place here.


The Yildiz Palace Museum and the Municipal Museum of Istanbul are also in this complex. The Palace museum was founded in 1994 and it occupies the former carpentry workshops. Carved and painted wooden artifacts, thrones, porcelain produced in the palace workshops, and other objects from the palace are exhibited here, while in the Municipal Museum next to it glass and porcelain wares, silverware, paintings depicting Istanbul and a rare 16th century oil lamp are on display.

Friday, March 21, 2008

Patagonia: Not a dream, a reality


Is Patagonia real, virtual, or mythical? Actually, it is the region of South America below Chile and Argentina. Its far most point, Ushuaia, is the tip of the world.


Magellan and Darwin

In 1520, Magellan explored South America and entered the South Sea via the straits later named after him. He named Patagonia after the Spanish word pata, meaning feet, as the natives wore large moccasins. The Pacific Ocean is so-called as it was pacifico (Spanish for calm) after his difficult journey. In 1831, Darwin came here on the Beagle and explored the region for five years. In Patagonia there is the Beagle Canal, the Cordillera Darwin and Fitz Roy Mountain.

You have to fly to Santiago, Chile or Buenos Aires, Argentina to get to Patagonia. We flew to Buenos Aires and then to Trelew, a city established by Welshmen who fled English oppression at the end of the 1700s. From Trelew, take the highway to Puerto Madryn and then explore Peninsula Waldes.

The island of the Little Prince

The Peninsula Waldes is home to seals, sea lions, elephant seals, whales, wild ostriches, Patagonia rabbits (maras), guanacos, llamas, alpacas and penguins. Bird Island to the north partially inspired Antoine de Sainte-Exupery's The Little Prince. Punto Tombo, two hours from Puerto Madryn, is a heaven for Magellan penguins.

The end of the earth

Fly from Trelew to Ushuaia to reach Tierro del Fuego. In Ushuaia, visit the Tierra del Fuego National Park and its museums. Tour Beagle Canal by sea bus, and see sea lions, cormorants and Jules Verne's lighthouse at the end of the world.Fly from Ushuaia to El Calafate. Visit the Perito Moreno Glacier in Glacier Park. Reach Chile's Torres del Paine National Park by a deserted road where you may see 'gauchos' (cowboy-shepherds). The park is home to the Torres and Cuernos of Paine (2600m high odd-shaped pieces of granite), 50-200m high valleys speckled with lakes, four large glaciers, and to 150 varieties of birds and 200 plant varieties.Southern Chile has hundreds of fjords, glacial lakes and islands. Two towns to visit are Puero Natales and Puerto Arenas on the Straits of Magellan. You can fly to Puerto Montt via Santiago and take a fjord tour by boat and visit San Rafael Glacier.

Patagonia Guide

Climate

Varies from north to south. Best at the end of November and February. Summer: 11 °C, Winter 4 °C.

Currency

The Argentine Peso. Official exchange rate 1 ARP=1 USD. Chilean Peso. Official exchange rate 1 USD=610 CLS or CH$. Dollars valid. Change money at "Casa de Cambio". Some credit cards accepted.

Visa

Turkish citizens do not need visas for either country.Phone Codes54 Argentina. 1 Buenos Aires. 56 Chile. 2 Santiago. Turkish GSM mobiles do not work in either country.

How to get there

Fly to Buenos Aires or Santiago via Frankfurt, London (Gatwick), Paris, Barcelona, Rome or Milan and then get a local flight.


Where to stay

Buenos Aires: Hotel Crown Plaza Panamericano: Carlos Pellegrini 551 Buenos Aires Tel: 00 54 11 43 485. Hotel Best Western Embassy Suites: Avenida Cordoba 860 Tel: 00 54 11 43221228. Santiago: Hotel Carrera: Teatinos 180, Santiago. Tel: 00 55 2 698 20 11 Hotel Plaza San Francisco: Avda. Bermardo O'Higgins 816 Santiaso. Tel: 00 56 2 639 38 32 Puerto Madryn: Hotel Peninsula de Valdes: Avda. Julia Roca 155 Tel: 00 54 2965 471292 Ushuaia: Hotel Del Glacier: Av. Luis Fernando Martial 2355 Tel: 00 54 2901 430640 El Calafate: Hotel Los Alamos: Gobernador Mayono 6 Bustillo Tel: 00 54 2902 491145 Torres Del Paine National Park: Hosteria Las Torres: Torres del Paine National Park S/N Tel: 00 56 61 411572. Hosteria Grey Hotel: Lautaro Navarro 1061 Tel: 00 56 61229512.

What to eat
Seafood and potato or corn-based dishes in Chile. Steak in Argentina. Empanada: Popular baked or fried pastry filled with mince (pino), cheese (queso), chicken, onions and sometimes hardboiled eggs. Sopa da Mariscos: Seafood soup. Centolla: King crab. Parrillada: Grilled meat, sometimes skewered, best with offal.

What to drink
Mate: Paraguay tea. Wine: Chilean wines. Pico Sour: Chile's national drink is brandy with lemon and sugar.

Tuesday, March 18, 2008

Chasing the wind at Dubrovnik Riviera


Home to 1200 islands, the Dalmatian Coast is a sailor's paradise. In August, we set sail from Marmaris to the Adriatic Sea.

Mali Ston, wine and cheese
Our first stop in Croatia was Mali Ston, about 60km from Dubrovnik. The waters of Mali Ston are very clean and ideal for oyster farming. The next day, we set sail for Cavtat. After the Great Wall of China, Cavtat has the world's second longest defensive walls. The region is famous for its sea salt and cottage wine industry. Our first stop on the Adriatic was the ACI Marina in Dubrovnik. Here, we stocked up on supplies for our journey. By a strange coincidence, we ran into an old friend of one of our shipmates. Based on his knowledge of the area, we decided to change our Adriatic course.

Maria's island

In the morning, we set sail at full speed. At about 15.00, we caught sight of the small island of Lopud. Back when Dubrovnik was an independent city-state, the aristocrats had their summer homes on Lopud. Lopud is one of the few islands to have a beach and is covered in trees. No motor vehicles are allowed on the island. We stopped here for a meal and were served by a cheerful waitress named Maria. For the rest of the trip, we renamed Lopud "Maria's Island" in her honour. We spent that and every subsequent evening sipping Lopud wine on deck. The next morning, we woke to discover that we had the bay to ourselves. We set sail for our next stop, Mljet. Two boisterous dolphins joined us for a part of the journey.

Turkish folk songs

The island of Mljet is a protected national park that has two saltwater lakes but no fresh water. The next day, we enjoyed a day of sailing before anchoring in Vera Luka Bay on the island of Korcula. Korcula boasts the cleanest waters of the coast. We all fell in love with the nearby island of Sipan. After two whole days on deck, we headed to the shore for dinner. The restaurants on both islands proved to be full, but we luckily discovered a tiny bakery that sold a local version of borek. It was run by an Albanian man in his seventies. Hearing us speak Turkish, he started to sing a half-remembered Turkish folk song. The next morning, we woke at dawn and went for a walk. The road was lined with fruit trees and we helped ourselves to grapes, peaches, apricots and figs on our way. The figs were particularly delicious. In the afternoon, we went for a swim to escape the baking heat. Sadly, the seabed was littered with old car tyres and empty bottles. Nevertheless, we were loath to leave Korcula. However, the time had come to return to Dubrovnik. Once there, we spent out last night on the ship and drank a toast to the beauties of the Dalmatian Coast.

Dubrovnik Riviera Guide

DUBROVNIK

Although it saw a lot of damage during the war, Dubrovnik is still an enchanting town surrounded by mountains, forests and the sea. There are four districts: Gruz, Babin Kuk, Lapad and the Old Town. The shores of Babin Kuk, Lapad, Boninovo, Pile and Ploce are lined with luxury hotels. Watch the sunset from the old fortress, go shopping in Placa-Stradun and wander through the torch-lit streets by night. The hotels fill up during the Summer Festival (July 10-August 25). Ferries to all islands leave from the Dubrovnik Gruz pier at least 3 times a day. Hotel Gruz: Gruz, Tel: +385 20 418-977. Hotel Grand Villa Argentina: Ploce, Tel: +385 20 440-555. www.hoteli-argentina.hr Hotel Excelsior: Ploce, Tel: +385 20 414-222, +385 20 353-353 www.hotel-excelsior.hr Dubrovnik President: Babin Kuk, Tel: +385 20 441-100. www.babinkuk.com Hotel Kompas: Babin Kuk,Tel: +385 20 352-000. www.hotel-kompas.hr. Orhan: Old Town, Od Tabakarije 1. Tel: +385 20 414- 183. Most restaurants serve Mediterranean fare. Try the "Black Risotto", "Lobster Salad", and "Dubrovnik Rozata" (crème caramel) and "Cevap Cici", a kind of meatball. Restaurant Konavoka: Vl. Stijepo-Miso Zvrko, Setaliste Kralja Zvonimira 38, Lapad. Tel: 20 435 105. Restaurant Wanda: Prijeko Street 8, 20 000, Old Town. Tel: 20 321 010. Restaurant Arka: Gunduliãeva poljana, Old Town. Restaurant/Cafe Levanat: Nika i Meda Pucica 15, Lapad, Dubrovnik.

ACI MARINA

42º 40,3´N / 018º 07,6´E. 5km from Dubrovnik city centre, at the mouth of the Ombla (Arion) river, spanned by a beautiful bridge. Tel.:+385 20 455-020. VHF Kanal 17. http://www.aci-club.hr/

MALI STON

An old fishing town north of Dubrovnik. Lots of oyster farms. Hotel Ostrea: A luxury boutique hotel run by the illustrious Kralj family. Excellent breakfast-particularly the cold cuts and breads. Mali Ston, 20230, Ston Tel:+385 20 754-555. www.ostrea.hr Kapetanova Kuca: Also owned by the Kralj family. The "Captain's House" next door is said to be the best seafood restaurant on the Adriatic. Everything is fresh and the oysters and delicious. Reservations are essential. The local Peljesac, Plavac and Dingac red wines are very good. Local Pag Island goat's cheese is sold at ACI Marina or at the shopping centre. A wheel costs around 480 Kuna.

LOKRUM ISLAND

A small island and national park surrounded by high cliffs and covered in forests. There are day trips from Dubrovnik. Great swimming. There are plenty of piers and showers. The island has two small lagoons and a restaurant. Smoking is forbidden. One nudist beach. You are not allowed to stay overnight.

ELAFITI ISLAND CHAIN

Sipan: There are enchanting bays around Sipanski Luka. The Albanian bakery is to the left of the pier. Make sure to try the tripe and potatoes at the restaurant-bar behind the ice cream stand to its left. Hotel Sipan: 20223 Sipanjiska Luka. Tel: +385 20 758-000. www.sipanhotel.com Lopud: This gorgeous island is the smallest island between Sipan and Kolocep. Maria's restaurant is on the corner before the Lafodia Hotel. Try the fried fish and sautéed mussels. The Sunj monastery lies at the end of the 1km long Sunj shore. Have breakfast at a cafe on the shore. Grand Hotel: +385 20 87 014. Hotel Lafodia: +385 20 759 012 Kolocep: There are two settlements on the island: Gornje Celo and Donje Celo. Famous for its 15th century summer palaces. Its rocky shores are covered in coral reefs. Its waters reflect every possible shade of blue. The shore is lined with hotels and restaurants, some large, some small. Excellent pomegranates and figs. The restaurants serve homemade lemonade. Boasting a pool and a great view, the Hotel Villas Kolocep is the best in town. A 500m long nudist FKK Beach is located beyond the Ruza restaurant in the marina. Hotel Villas Kolocep: Tel: + 385 20 757 025. Hotel Kolocep: Tel: +385 20 757 025/ 757 027



MLJET ISLAND
Enjoy a game of billiards and a cup of coffee at the Hotel Odisej in the centre of Pomena. The hotel's beach is a great place to swim, especially at sunset. The restaurants at the far left end of the marina serve excellent fish. At ticket to enter the Malo Jezerro (lagoon) and Veliko Jezerro National Park will only set you back about 40 Kuna. Make sure to take a canoe or motorboat to the small island in the middle of the lagoons to visit the Church of Santa Maria. This beautiful island also has a restaurant and a cafe. Smoking is forbidden in the national park. If you decide to go swimming in the lagoons, beware that the fish have a tendency to bite! There is a FKK nudist beach on the Malo Jezerro lagoon. Hotel Odisej: 20226 Pomena, Otok Mljet. Tel: + 385 20 744 022. Fax: + 385 20 744 042.

ATATÜRK'ÜN RİCASI

Ey milletim, Ben Mustafa Kemal'im... Çağın gerisinde kaldıysa düşüncelerim, Hala en hakiki mürşit, değilse ilim, Kurusun damağım dili...