Wednesday, July 5, 2017
YENİDEN MERHABA....
Neredeyse on koca yıl ve ne çok şey yaşandı... Ne çok şey öğrendim ve hala da öğreniyorum.. Hayat öğretisi bitmiyor, öğrendikçe olgunlaşıyor, büyüyor, bazen aksine küçülüp çocuklaşıyor ve hatta şımarıyoruz..
Yeniden devam etme isteğindeyim.. Yine karman çorman paylaşımlar olacak ve bu defa kendimden de bir şeyler paylaşmak, duygularımı ifade etmek istiyorum..
Ve yeniden merhaba DİLEK KUTUSU :))
Thursday, May 1, 2008
Ütopik Akdeniz: Karmi ve Bellapais

Çok değil, 10 yıl öncesine kadar doğru düzgün elektriği ve suyu bile olmayan, üzerine ölü toprağı serpilmiş bir balıkçı kasabası olan Girne, bugün yelkenlerini değişim rüzgarlarıyla şişirmiş, şaşırtıcı derecede fazla turistik zenginliğe sahip bir Akdeniz kenti. Birkaç yıl öncesine kadar Türkiye, Ortadoğu ve Arap Yarımadası'ndan gelen kumar tutkunlarına hizmet etmekle yetinen kent, artık konuklarına çok daha fazlasını sunmaya hazır. Tarih boyunca siyasi karmaşanın hiç bitmediği Akdeniz'in üçüncü büyük adasının kuzey kesimi, yıllar önce kendisine biçilen elbiseye sığmıyor. 1974'te yapılan Barış Harekatı'ndan tam 30 yıl sonra, Avrupa ülkelerinden gelen turist sayısının Türkiyeli ziyaretçileri aşması, Kuzey Kıbrıs turizminin uyandığının kanıtı. Bu gelişmenin nedenini, 36 yıllık müzakere sürecini çözüme kavuşturmaya kararlı olan Kuzey Kıbrıs halkının tüm dünyada topladığı sempatiye bağlayanlar çoğunlukta. Kuzey Kıbrıs, Türkiye pazarındaki turistik cazibesini, pasaportsuz olarak yaz keyfinin sürülebileceği en yakın adres olmasına borçlu. Akdeniz'in el değmemiş kır peyzajını yaşatan adanın karakterini tanımak isteyenlerin gezi listesinde mutlaka bulunması gereken iki yer ise Karmi ve Bellapais.
Bohem sığınak
Kıbrıs'ın İngiliz sömürgesi altında kaldığı 1878-1960 yılları arasında adayı ziyarete gelen İngiliz aristokratlar, hayallerindeki yaşam alanını keşfettiklerine karar vererek Girne'ye yerleşmeye başlamış. Çok geçmeden İngiltere'den gelen nüfuzlu aileler ile entelektüel ve sanatçılar, Beşparmak Dağları'nın yemyeşil yamaçlarına, klasik Akdeniz mimarisine sadık kalarak, birbirinden zarif köşkler ve villalar inşa etmişler. Palmiyelerin gölgesindeki çiçek bahçelerinin ortasına kurulmuş; dünyanın çeşitli bölgelerinden getirilen dekoratif objelerin süslediği saray yavruları, sahiplerine uzun yıllar bohem zevkler yaşatmış. 1900'lü yıllardan sonra İngilizlere, Avrupa ve Amerika'nın çeşitli kentlerinden gelen pek çok kişi katılmış. Öyle ki, gelenler arasında Fransız şair Arthur Rimbaud, ünlü komedyen Peter Sellers ve müzisyen David Bowie bile var. 70'li yıllarda siyasi gerginlik tırmanıp çatışmalar başlayınca, bu tatlı hayatın sakinleri birer ikişer adayı terk etmiş. Buna karşın, anılarından vazgeçemeyip kalmakta ısrar edenler de çıkmış. Savaştan sonra sular durulunca, KKTC Hükümeti dağınık biçimde yaşayan yabancıları bir araya toplamaya karar vermiş. Eski bir Rum köyü olan Karmi, evlerin onarılması koşuluyla Kıbrıslı yabancılara tahsis edilmiş. Karmi'nin yeni sakinleri köylerine çabuk ısınmış ve benzerlerini ancak dekorasyon dergilerinde görebileceğimiz 150 hanelik bir Akdeniz ütopyası yaratmayı başarmışlar. Bugün, Karaman adıyla anılan Girne'ye 8 kilometre uzaklıktaki köyün, çoğunluğu İngiliz olmak üzere Alman, Fransız, İtalyan, Hollandalı, İsviçreli, Amerikalı ve Kanadalı sakinleri atalarından yadigar kalan bohem hayatın izini sürüyor. Rengarenk çiçek bahçelerinin çevrelediği köy meydanındaki beyaz badanalı küçük kilise, 1860 tarihli. Köyün tek bakkalı, bir İngiliz'e ait. Köyde, İngiliz usulü aperitifler eşliğinde sıcak ya da soğuk bir şeyler içmek için birer pub ve kafeterya da bulunuyor. Ancak, Kuzey Kıbrıs'ta fiyatlar Türkiye'ye kıyasla ucuz olmasına rağmen, ücretlerin İngiliz sterlini üzerinden belirlendiği Karmi son derece pahalı. Köyün muhtarlığını yapan 80 yaşındaki Nadia Brunton, yaşamını Karmi'nin güzelliğini korumaya adamış. Hayat dolu bakışlarla yaşama sarılan Bayan Brunton, köydeki bazı evlerin sezonluk olarak kiralanabildiğini anlatıyor. Bayan Nadia'ya veda edip geziye devam ediyoruz.
Tembellik kahvesi
Bahar ve ilk yaz aylarında mucizevi bir güzelliğe bürünen Kıbrıs'taki ikinci durağımız, Bellapais ya da yeni adıyla Beylerbeyi Köyü. Limon ve nar ağaçları arasında küçük bir Akdeniz köyü olan Bellapais'in girişindeki Tembellik Ağacı Kahvesi, bir edebiyat başyapıtı olan 'İskenderiye Dörtlüsü' romanının yazarı Lawrence Durrell'ın yazılarını yazdığı mekanın ta kendisi. Yazarın tembellik ağacı adını verdiği asırlık dut ağacının gölgesine sığınan köy kahvesi, gün boyu iskambil oynayıp sohbet eden köy ahalisinin tembellik hakkını bolca kullandığı bir mekan. Ünlü yazar, hayatına yepyeni bir sayfa açmak için 1953 yılında kızı Sappho ile Kıbrıs'a geldiğinde, tereddütsüz Bellapais'i seçmiş. Ancak etnik gerilimin giderek tırmandığı adada üç yıl kadar yaşamını sürdürebilen yazar, ardında 'Acı Limonlar: Kıbrıs' adlı kitabını bırakarak adadan ayrılmış. Köye asıl şöhretini kazandıran ise gotik ortaçağ mimarisinin şaheseri sayılan Bellapais Manastırı. 12. yüzyıldan itibaren tam üç yüz yıl boyunca Kıbrıs'ta hüküm süren Fransız kökenli bir derebeyi sülalesi olan Lüzinyanlar tarafından inşa edilen yapı, köyün mütevazı görünümüyle keskin bir tezat oluşturacak kadar devasa ve gösterişli. Bir zamanlar derin koridorlarında beyaz pelerinli rahibelerin gezindiği bu mistik yapı, günümüzde festival ve konserlere ev sahipliği yapıyor. Bu yıl dokuzuncusu gerçekleştirilen Bellapais Uluslararası Klasik Müzik Festivali 24 Haziran'a kadar sürecek. Her yıl mayıs ayının son haftası başlayan festival, bu yıl 10'dan fazla ülkeden gelen klasik müzik ustalarının yorumlarıyla renkleniyor. Beşparmak Dağları'nın yamacında, Girne Ovası'na hâkim bir konumda bulunan manastırın çevresinde yöre mutfağının seçkin örneklerini bulabileceğiniz zevkli restoranlar konuklarını ağırlıyor. Buraya kadar gelmişken Kıbrıs mutfağının tadına bakmamak olmaz. Adanın balık ve deniz ürünleri açısından zengin olduğunu söylemek zor. Ancak şeftali kebabı, tavada hellim peyniri, ceviz macunu ile Türk-Yunan esintisi taşıyan soğuk meze çeşitleri dillere destan. Bellapais Manastırı'nın huzurlu gölgesinde, uzun bir Akdeniz akşamını nefis bir yemek ziyafetiyle taçlandırıp panoramik Girne manzarasına dalıp gitmek ise her şeye bedel?
İklim
Akdeniz iklimi hüküm sürüyor. Yılın ortalama üç yüz günü güneşli. Yaz sıcaklarından kaçmak için en iyi mevsim, mayıs - haziran ile eylül - kasım.
Vize
T.C. vatandaşları nüfus cüzdanıyla adaya giriş yapabiliyor. Vize bilgileri için www.thegate.com.tr
Telefon kodu
Türkiye'den yapılan aramalarda 0392 ön kodunu çevirmek yeterli.
Para birimi
Resmi para birimi, TL ve YTL. İngiliz sterlini yaygın olarak kullanılıyor.
Nasıl gidilir
THY, Kıbrıs THY ve Atlas Jet Havayolları ile her gün, iç hatlar fiyatına Türkiye'den Kuzey Kıbrıs'a uçmak mümkün. Taşucu'ndan Girne'ye her gün deniz otobüsü var. Tel: +324 741 23 23. Telefon numaraları için www.thegate.com.tr www.gatetoturkey.com
Merit Crystal Cove Hotel: 5* Akdeniz'in en güzel körfezlerinden biri üzerine inşa edilmiş; özel plajı, havuzu, renkli gazinosu, dağ ve deniz manzarasını birleştiren odalarıyla lüks bir otel. Alsancak, Girne. Tel: +392-821 23 45. www.merithotels.com The Colony Hotel: Koloniyal tarzdaki üç katlı gösterişli bir binada hizmet veren butik otel, özel uşak servisi, günde iki kez oda temizliği ve interaktif uydu sistemiyle çok özel hizmetler sunuyor. Sandviç ve kurabiyeler eşliğinde beş çayları, bir seremoni havasında. Ecevit Cad, Girne. Tel: +392 815 15 18.
www.thecolonycyprus.com Bellapais Garden Hotel: Bellapais Manastırı'nın eteğindeki yarı tropikal bir bahçe içinde, bungalov ve apart dairelerden oluşuyor. Geleneksel Kıbrıs mutfağının en iyi temsilcilerinden. Beylerbeyi, Girne. Tel: +392 815 60 66 www.bellapaisgardens.com Hideway Club: 3* Girne'ye tepeden bakan bakımlı bir bahçe içinde villalardan oluşan bir tatil köyü. Karaman yolu, Girne. Tel: +392-822 26 20. www.hideawayclub.com Nostalgia & Ferman Otel: Tarihi Girne Limanı'nın arkasındaki dar sokak aralarına gizlenmiş eski Rum evlerinde hizmet veren iki butik otel. Hint mutfağıyla tanınıyor. Cafer Paşa Sok, Girne. Tel: +392 815 30 79.
Nerede ne yenir
Kybele: Bellapais'in romantik atmosferinde kalamar dolması, şeftali ve küp kebabı, sarmısaklı tahin ve ceviz macununu deneyin. Beylerbeyi, Girne. Tel: +392 815 75 31. Veranda: Kayalıklar üzerindeki bahçeli bir Rum evinde, Akdeniz lezzetleri sunuyor. Rezervasyon şart. Karaoğlanoğlu sahili, Girne. Tel: +392 822 20 53. Niazi's: 50 yıllık deneyimle Kıbrıs usulü balık, deniz ürünleri ve kebap yiyebilirsiniz. Yemekten sonra tatlı büfesi var. Dome Sok, Girne Tel: 0392 815 21 60.
Monday, April 21, 2008
PORTO (Portekiz)

Bu şehrin en ilginç yeri neresidir?
Herhangi bir zorunluluktan dolayı oraya ulaştığımızda da otelin resepsiyon memuruna "Bu şehrin en ilginç yeri neresidir?" türünden zarif bir soru yöneltebiliriz. Porto'da kaldığım otelin resepsiyonundaki kadın hemen kontuarın arkasından çıkardığı haritaya eliyle önce otelimizin yerini, ardından da şehrin görülmesi zorunlu olan bölgesini çizmişti. Ben de içimden, "Bakalım güzel bir ışık yakalayabilir miyim?" diye geçirmiştim. Ne de olsa Atlantik kıyısındaydık ve havadaki bulutlar hiç bitmeyecek gibiydi. Gündüz kentin 25-50 km civarındaki fabrikaları ziyaret ediyorduk. Dereli tepeli ve de yemyeşil bir doğa içine serpiştirilmiş ufak tefek işletmelerdi bunlar da ve çevredeki tarlalar, köyler ve ağaçlıklarla bir sanayi tesisi ne kadar uyum gösterebilirse o kadar uyum içindeydiler. Kendi başına bir araştırma ve yazı konusu olacak kadar ilginç gelmişti.Son akşam, günün batımına iki saat kala kendimi haritada işaretlenmiş yerde buldum. Şehrin ortasından akıp Atlantik'e dökülen Rio Douro'nun kıyısındaki eski kente gidiyordum. Bir de ünlü Fransız mühendis Eiffel'in yaptığı köprüyü görecektim. O da eski kentin bir parçasıymış. Yerel temsilcimin arabasından akşamın saat yedisinde indiğimde, daha fazla ilerleyemediğimiz ana cadde daha çok bir belediye otoparkına benziyordu. Onu, aslında yürüyerek çok daha çabuk gidebileceğime güç bela ikna edebilmiştim.
Eiffel'in köprüsü
Porto kenti ızgara planla yapılmış, yani caddelerin sokakları dik açıyla kestiği bir kent değil. Bu açıdan biraz İstanbul'a benziyor demek fazla abartılı olmaz. Ancak gene de kentin daha yeni bölgelerinde yaşadığımız araba, otobüs ve kamyon çağına uygun geniş ve ferah caddeler bulunuyor. Eski kentte ise yollar daha çok motosiklet yoluna dönüşmeye başlamış. Ve de şehir planlamacılığının Orta Çağ'da fazla önemsenen bir sanat olmadığını ispat edercesine, her türlü mantıklı açı ve dönemeç yok olmuştu. Bu arada, şehir planlaması deyince bunun yeni bir konu olduğu kanısına varmanızı rica ederim çünkü Antik Roma'da bütün kentler merkezden gönderilen talimatlarla baştan planlanıp, kuruluyordu.Belleğimde hiçbir görüntü olmadığı için hızla kendimi nehir kıyısına giden dik yollara bırakmıştım. Şanslıydım ve akşam olurken hava bulutlardan iyice sıyrılmış, keskin ve sıcak bir ışık her yanı aydınlatmıştı. Sahile iner inmez Eiffel'in yaptığı 'Ponte de D. Luis I' karşıma çıktı. Ancak tüm görsel hevesim buhar olup uçuverdi çünkü köprünün büyük bir bölümü yenilenme çalışması adı altında sarıp sarmalanmıştı. Gene de aklıma daha iyi bir fikir gelmediği için 19. yüzyıl Geç Demir Çağı mimarisinin bu mümtaz örneğine doğru yürümeye başladım.Eski kent dedikleri alan tarihi dokusu içinde korunan, kelimenin gerçek anlamıyla da 'eskimiş' bir bölgeydi. Daracık sokaklarda ilerlerken evlerin dış duvarlarını kaplayan nefis çinilere yaklaştığımda kendimi açık bir kapının önünde buluverdim. Karşımda mütevazı bir oturma odası, bir köşede küçük bir televizyon ve oturduğu divandan bana bakan yaşlı bir amca duruyordu. (Tahmin edeceğiniz gibi adamcağızın resmini çekemedim). O anda aslında gezdiğim sokakların biz turistler için özel olarak üretilmediğini, gerçek insanların gerçek yaşamlar sürdüğü yerler olduğunu anladım. Bütün dünya dillerinde 'selam' anlamına geldiğini düşündüğüm bir baş hareketi yaparak yaşlı amcadan uzaklaştım. Artık çinilere biraz daha güvenli mesafeden bakmaya başlamıştım.
Vino Verde ve Porto şarabı
Tek tek bakıldığında çirkin olan bu küçük apartmanların oluşturduğu renklilik ve mimari birlik göze hoş geliyordu. Hemen yakınımdaki bir başka ilginç şey de şarap fıçıları taşıyan nehirdeki tarihi teknelerdi. Artık sadece ortama belli bir hava vermeye yarıyorlar, bir de belli saatlerde turistleri gezdiriyorlardı. Rio Duoro'nun karşı kıyısına geçebilmek için hızlı bir tempo ile Eiffel'in Köprüsü'ne girdim. Bu sayfalarda gördüğünüz bütün resimleri yaklaşık bir saat 15 dakika içinde çektim çünkü güneş Atlantik ile aramda kalan son tepenin üzerinde bir parmak boyu kadar yüksekteydi. Öbür tarafa devrildiğinde gene aydınlık olacak ama çevrenin ışıltısı yok olacaktı. Köprünün demir putrelleri arasında koştururken, daha fazla zaman olsa neler yapabileceğimin hayalini kurmakla 'buna da şükürcülük' arasında gidip geliyordum. Geri döndüğümde Cais da Ribeira rıhtım caddesinde, Praça da Ribeira meydanının yanındaki sokak café'lerinden birine oturdum. Akşam beni yemeğe götürecek olan temsilcimin gelmesine daha 30 uzun dakika vardı. Küçük bir sandviç ve yöreye özgü Vino Verde (koruktan yapılan yeşil şarap) ısmarladım. Porto kenti şarabıyla bilinir. Ancak bu bizim bildiğimiz şaraplardan iki misli fazla alkol içeren, kuvvetli ve tatlı bir içki. Sağlam bir yemeğin üzerine gider ama aç karnına hiç canım çekmemişti. Ayrıca ısmarladığım beyaz şarap Porto'dan çok daha ucuzdu.
Henüz turist sezonu başlamamıştı ama havaların yeterince ısındığı tüm Avrupa kent merkezlerinin keyifli ve huzurlu ortamı içinde çevremdeki tüm ayrıntıları hissetmeye çalıştım. Aslına bakılırsa içmekte olduğum şarap da bu konuda yardımcı oluyordu. Paulo tam zamanında geldi ve birlikte sahili takip eden yoldan ilerleyip, nehrin Atlantik'e açılan ağzına gelirken nehrin üzerindeki son köprü olan Ponte da Arrabida'nın da altından geçtik. Dostum nedense bu zarif köprüden fazlasıyla gurur duyuyordu. Beton köprüler arasında en büyük bacak açıklığına sahip köprü olduğunu iftiharla belirtti. Bu arada güneş benim için tekrar doğmuş ve karşı kıyısı ta Amerika'da olan suyun üzerine yeni değmişti. Gitmeyi hiç düşünmediğim Porto kendi hiç düşünmediğim kadar güzel çıkmıştı.
Porto rehberi
İklim
Portekiz'in ılıman bir iklimi var. Ülke genellikle nisandan ekim ayına kadar sıcak. Kuzeyde bu sıcaklık daha az hissedilirken, güneydeki Algarve bölgesinde yaz ortası çok yüksek sıcaklıklar gözlenebiliyor. Genelde dağlarda kar yağışına rastlanıyor.
Vize
Türk vatandaşlarından vize isteniyor, shengen geçerli. İstanbul Konsolosluk Tel: 0212-251 91 18 ve Ankara Büyükelçilik Tel: 0312-446 18 90. Bilgi için www.thegate.com.tr www.gatetoturkey.com TelefonÜlke kodu: 351, Porto kodu: 22.
Nasıl gidilir
Porto'ya Türkiye'den direkt uçuş yok. Paris, Milano ya da Frankfurt aktarmalı gitmek gerekiyor. Bunların içinde en uygunu Frankfurt aktarmalı olanı. Oradan Tap ile Porto'ya uçulabilir. THY danışma hattı Tel: 4440849. Lufthansa Tel: 0212-315 3434.
Nerede kalınır
Ipanema Park Hotel Porto: Hotel kentin iki gözde semti olan Boavista ve Foz arasında yer alıyor. Ana yol ve şehir merkezine de birkaç dakika uzaklıkta. Otelin 281 lüks odası bulunuyor. Rua de Serralves, 124. Tel: +351- 225 322 100. www.ipanemaparkhotel.pt Mercure Batalha Porto ****: Bu otel Porto'nun en iyi noktalarından birinde ve tarihi kent merkezinde bulunuyor. Porto'nun tren istasyonuna Batalha Meydanı'na birkaç dakika uzaklıkta. Praca Da Batalha 116. Tel: +351-222 043 300. www.mercure.com Quality Inn Hotel Porto: Bu kaliteli otel Porto'nun merkezinde, Ulusal S. Joao Tiyatrosu'nun ve Coliseum'un yakınında bulunuyor. Dünyaca ünlü şarap mahzenlerine 10 dakika ve S. Bento tren istasyonuna 5 dakika uzaklıkta. Praca da Batalha, 127. Tel: +351-223 392 300. www.choicehotelseurope.com

Nerede ne yenir
Escondidinho: Tahta ve taş karışımı dekorasyonuyla 'taverna' olan Escondidinho, geleneksel Portekiz lezzetleri sunuyor. Sipesiyaliteleri her gün değişiyor. Envai çeşit taptaze deniz ürünlerini her gün bulabilirsiniz. İşadamları ve kadınlarının tercih ettiği bir lokanta. Rua Passos Manuel, 144. Tel: 22-200-10-79 Praia do Ourigo: Burası ahtapot, kalamar gibi deniz ürünleriyle ünlenmiş çok güzel bir lokanta. Mönüde geleneksel Porto yemekleri ve dünya mutfağından da örnekler bulunuyor. Atlantik manzarasına karşı güzel bir yemek için ideal. Rezervasyon gerekli. Esplanada do Castelo, Porto 4150 Tel: 22-618-95-93. Telégrapho: Burası borsanın yakınlarında bir lokanta. Dolayısıyla son derece formel bir yer. Mönüsü uluslararası mutfak sunuyor ama daha çok et ve deniz ürünleri ağırlıklı. Servis muhteşem ve rezervasyon gerekli. Rua Ferrerira Borges Palácio da Bolsa. Tel: 22-332-20-19
VIYANA

Viyana masal alemi gibi bir şehir, hem çok tarihsel ve görkemli, hem sakin, huzurlu, romantik, aynı zamanda da şık bir Avrupa şehri. Kültür kelimesinin ne anlama geldiğini insan Viyana'da daha iyi anlıyor. Muhteşem operası, konserleri, sayısız galerileri, tiyatroları, müzikalleri burayı kültür konusunda eşsiz kılan unsurlar. Sonra birbirinden güzel café'leri, tramvayları, geniş ve ferah Ring-caddesi, trafiğe kapalı alışveriş için ideal Kärntner (Kaerntner) Strasse'si, bence Viyana'yı eşsiz kılan özellikler. Bu şehrin insana huzur ve mutluluk veren bir yanı var kesinlikle.Görkemli ve rafine bir imparatorluk başkentiymiş Viyana. Bu imparatorluktan kalanlar da şehrin ana hatlarını oluşturuyor zaten. II. Dünya Savaşı'ndan çok az zararla sıyrılabildiği için eskiyi önemli ölçüde muhafaza edebilmişler ve tarihi yaşatmaya ve yaşamaya devam ediyorlar. Şehrin tam ortasındaki Hofburg Sarayı'nın büyük kısmı bugün müze olarak kullanılıyor, bir ucunda da Cumhurbaşkanlığı Köşkü yer alıyor. Hofburg Sarayı'nın sol kanadında, Ephesus adı altında, Efes'ten çıkarılmış eserlerin olduğu büyük ve önemli bir koleksiyon var. Öndeki bahçe ve meydanın adı 'Heldenplatz', Kahramanlar Meydanı. Bu meydanda, genelde devletin veya belediyenin organize ettiği büyük konserler ve yabancı düşmanlığının ellerde mumlarla protesto edildiği büyük gösteriler düzenlenir. Hofburg'un ufak avlularından geçip, 'Michaelaplatz'a ulaşarak turumuza devam edelim. Bu minik meydan bana çok romantik gelir. Yaz aylarında, sağdaki heykelli çeşmenin suyuna elimi değdirmeden burdan ayrılmam. Burda, 20. yüzyılın ilk yarısında yaşamış ünlü ve yenilikçi mimar Adolf Loos'un yaptığı ve zamanında sadeliğiyle olay yaratan Loos-Haus vardır. Altında, Valentino ve Ungaro'nun koleksiyonlarını satan 'Renoir', Viyana'nın en şık butiklerinden biridir.
Michaelaplatz'tan, Viyana'nın metrekare fiyatı en pahalı ve en şık olan fazla da uzun olmayan Kohlmarkt Caddesi'ne geçilir. Artık burada Chopard, Louis Vuitton, Chanel, Gucci vitrinlerine bakmadan edemezsiniz. Eski sarayın pastacısı tarihi Demel Café ve pastanesinde bir kahve molası verin mutlaka. Esterhazy Torte yemeyi de unutmayın. Kohlmarkt'ın sonunda Graben'e ulaşırsınız. Burası da trafiğe kaplıdır. Şık mağaza ve café'ler burada da devam eder ve ara sokaklarda hem lüks, hem de ilginç ürünler satan mağazalara rastlamak mümkündür. 'Stephansplatz'a ve Viyanalıların kısaca Steffl dedikleri, Stephan kilisesine yaklaşırken sağda Augarten porselenlerinin mağazasına uğramadan olmaz. Stephansplatz'da, insan kendini şehrin tam göbeğinde hisseder. Burası yaz-kış kalabalık ve hareketlidir. Kiliseyle karşılıklı yer alan modern camekan bina Haashaus, günümüzün dünyaca ünlü Avusturyalı mimarı Hans Hollein'ın eseridir. Bu ultra modern bina içindeki mağazalar ile en üst katında yer alan ve Atilla Doğudan'ın sahibi olduğu Do&Co restaurant ve bar görülmeye değerdir. Do&Co'da kendinizi Viyana'nın çatısında gibi hissedersiniz. Stephansplatz'tan, Avrupa'nın en meşhur caddelerinden Kärntner-Strasse'ye yönelip, buradaki çeşitli güzel mağazaları ve café'lerin keşfini size bırakıyorum. Buradan Viyana'nın bir diğer önemli köşesine, Opera'ya ulaşırsınız. 'Wiener Staatsoper' dünyanın bir numaralı operasıdır. Burada mutlaka bir temsil izlemenizi tavsiye ederim. Opera'nın tam arka yüzüne bakan Viyana'nın en meşhur oteli Sacher'in, ünlü pastası 'Sachertorte'nin reçetesinin bugün bile çok gizli tutulduğu söylenir. Pastasının satıldığı minik dükkânda, uzun kuyruklar oluşur.
Küçük turumuzu bitirdikten sonra, yine buralara yakın, Prens Eugen Caddesi'ne uzanıp, Prens Eugen'in yaptırdığı, Barok sanatının en güzel örneklerinden Belvedere Sarayı'nın önüne geldiğinizde, Viyana'nın en güzel bahçelerden biri ve onun arkasında da Viyana'nın en panoramik görüntüsüyle karşılaşırsınız. Belvedere Sarayı'nın üst katındaki 'Österreichische Galerie'de, 19. yüzyılın sonuyla 20. yüzyılın başında yaşamış, art-deco'nun en muhteşem örneklerini vermiş dahi ressamlar Gustav Klimt ve Egon Schiele'nin tabloları yer alır. Bu koleksiyonları her zaman nefesimi tutarak izlerim. Galeride Klimt'in şimdiye kadar açılmış en büyük retrospektif sergisi 'Klimt ve Kadınlar', 7 Ocağa kadar devam edecek. Belvedere Sarayı Müzesi'nin daveti üzerine, Klimt'in eserleriyle paralellik gösteren 26 kıyafetim, üç hafta boyunca manken bebekler üzerinde aynı salonlarda sergilendi. Benim için onur verici bir çalışmaydı.
Aynı gün değil ama başka bir gün için de Schönbrunn Sarayı'nı bir rehber eşliğinde gezin. Çünkü saraya ait neşeli ve ilginç hikâyeleri kaçırmak olmaz. Sarayın dillere destan bahçesinde yürümek ayrı bir keyiftir. Bahçedeki Gloriette anıtına tırmanarak, buradaki şık cafe'de Avusturya'nın ünlü kahvesi 'melange'ı yudumlamayı unutmayın.Akşam yapılacak çok şey vardır Viyana'da. Opera, konserler, tiyatrolar, müzikaller... Ya da Viyana'ya has Heurige'lerde iyi bir yemek yiyip şarabınızı yudumlayabilirsiniz. İyi eğlenceler...
Nerede kalınır
Ambassador: Neuer Markt 5. Tel: +431 51466. Bu beş yıldızlı otelde eski yüzyılların ihtişamını yaşayabilirsiniz. Das Triest: Wiedner Hauptstrasse 12. Tel: 589180. Sir Terence Conran'ın dekore ettiği modern bir otel. Imperial: Kärtner Ring 16. Tel: +431 501100. Viyana'nın en ihtişamlı otellerinden olan Imperial'de devlet başkanlarına rastlayabilirsiniz. Römischer Kaiser Wien: Annagasse 16. Tel: +431 51277510. Burası Viyana'nın minyatür barok saraylarının klasik bir örneğidir. Sacher: Philharmonikerstrasse 4. Tel: +431 41456810. Bu en ünlü otelin odaları son derece gösterişlidir.
Nerede ne yenir
Figlmüller: Wollzeile 5. Tel: 512 26 177. Viyana'nın en büyük Wiener Schnitzel'i burada. Korso Hotel Bristol: Mahlerstrassa 2. Tel: 5151646. Ünlü aşçı Reinhard Gerer işletiyor. Şarap listesi muhteşem. Palais Schwarzenberg: Schwarzenbergplatz 9. Tel: 7984515. Beyaz şarap sosunda ıstakozu deneyin. Weibel's Wirtshaus: Kumpfgasse 2. Tel: 5123986. Viyana mutfağının modern versiyonu ile Avusturya ve İtalyan şarapları bulabilirsiniz. Zum Schwarzen Kameel: Bognergasse 5 Tel: 5338967. Beethoven'ın da müdavimi olduğu bu snack bar.

Ünlü café'ler
Demel: Kohlmarkt 14. Tel: 53517170. Tarihi bir dekorasyonu var ve pastaları muhteşem. Café Landtmann: Dr. Karl-Lueger Ring 4. Tel: 5320621. Sigmund Freud'un en sevdiği kahvehane. 1873'ten beri hizmet veriyor. Diglas: Wollzeiule 10. Şehir merkezinde. Appfelstrudel'ini mutlaka tadın. Sperl: Gumpendorf Strasse 11. Yazarların şairlerin buluştuğu bir cafe.
Heurige'ler (Şarap evleri)
Avusturya'ya özgü bu mekânların en popüler olanları Grinzing'dedir. Heurige'lerde o yılın yerel şarap mahsulleri açık olarak satılır. En ünlüleri: Mayer am Pfarrplatz (Pfarrplatz 2. Tel: 370 12 87), Schreiberhaus (Rathstrasse 54) Werner Welser (Probusgasse 12).'dir.
Nasıl gidilir
Viyana'ya THY'nin her gün saat 09.05, perşembe, cuma ve pazar 14.30'da uçuşlar var. Tel: 0212-663 63 63. Avusturya Havayolları'nın ise her gün 17.15'te uçuşu var. Çarşamba ve pazar günleri dışında da 07.05'te ek seferleri var. Tel: 0212-663 07 07/293 67 95.
Friday, April 18, 2008
Cihangir.. Entellektüel mahallemiz..

Cihangir lüksü
İstanbul'un böyle bir takım ayrıcalıklı bölgeleri vardır. Söz gelimi Nişantaşı, yer yer apartmanda sürdürülen bir aristokrasiyi çağrıştırırken yer yer de yazılı basında çalışan mensuplarıyla dikkat çeker. Cihangir çok eski bir yerleşim bölgesi değil. Aşağı yukarı geçen yüzyılın başına tarihleniyor. Yani Eyüp, Sultanahmet, Galata gibi yerler düşünüldüğünde, çok da yaşlı sayılmaz. Yukarıdaki malum soruya Cihangir diye cevap vermek, birçok statüyü de beraberinde getiren bir cümle olduğu için yaşın, kökün önemi kalmaz. Cihangir'de yaşamanın bir yönü; edebiyatçı ve gazetecilerin, akademisyenlerin, yerleşik yabancıların, entelektüellerin ve Türkçemize kazandırıldığı biçimiyle, entellerin de yaşadığı yerde olmaktır. Yani burada bir aidiyet sorununuz yoktur. Cihangir'de yaşamak bir mahallede olmak duygusunu da tatmin eder. Halen bakkala sepet sarkıtılır, şık şarküteriler de vardır, kediler de ve üstelik komşu komşuyu bilir.
Buradaki emlak fiyatları çok yüksektir. Bunun bir nedeni, burada yaşayan insanların sosyal statüleridir şüphesiz ama asıl nedeni, manzarasıdır. Çok eskilerden beri söylenen, İstanbul'un en iyi manzarasına sahip yerlerden birinin de Cihangir olduğudur. Bir yandan Sarayburnu ve Adalar'ı görürken diğer yandan Boğaz'ın Karadeniz'e bakan yönüne alabildiğine açık bir manzarası vardır. Gezmiş görmüş kimileri için dünyanın en güzel manzarasıdır bu. Özellikle gün batımında hakikaten şair eder insanı. 'Yedi Tepe' de denilen İstanbul'un en güzel tepelerinden birine kurulmuş olan bu mahalle, kimi zaman dik yokuşlardan kimi zaman bitmeyecekmiş gibi gelen merdivenlerle aşağı doğru inerken bu manzaraya da doyurur insanı. Bundan da anlaşılacağı gibi, Cihangir'de denize hakim bir evde oturmak hakikaten çok büyük keyiftir ve hiç de ucuz değildir. Söz gelimi ünlü yazarımız Orhan Pamuk, tarihi Cihangir Camii'nin tam iki minaresiyle kadrajlanmış bir alandan Boğaz'a bakar ve pek çok dile de çevirilmiş romanlarını burada yazar. Cihangir insanı şair, romancı eder mi bilmiyoruz ama burada çok sayıda şair ve edebiyatçının oturmasının da bir anlamı olmalı!
Cami kahvesi!
Sıraselviler Caddesi'ne girdiğinizde, sağınızda Changa'yı göreceksiniz. Burası, yurtdışında da birçok listeye girmiş son derece özenli ve önemli bir restorandır. Füzyon anlayışıyla kurulmuş mutfağını mutlaka denemek gerek. Restoran, şarapevi ve bar olarak düşünülmüş Andon da yine aynı sıradadır. Bunlar, tarihi binalar restore edilerek oluşturulmuş son derece orijinal yerlerdir. Alman Hastanesi, Taksim İlk Yardım Hastanesi sağlık konusundaki endişeleri gideren yerleri geçtikten sonra, isterseniz sağ koldan Çukurcuma denilen ve birçok antikacının olduğu mahalleye doğru kıvrılabilirsiniz isterseniz Cihangir Mahallesi'nin içlerine doğru. Bu caddeyi biraz daha yürürseniz, Savoy Pastanesi'ni görürsünüz. Burası, aslında son derece kaliteli ve kendine özgü ürünleri olan bir pastanedir. Burayı pastane olmanın ötesine taşıyan şey ise, şüphesiz müşterileri. Önünde sadece birkaç masa vardır ama hep doludur. Hemen yanındaki düğün fotoğrafçısı ise hayatın evreleri konusunda hayli ders vericidir. Biraz ilerlediğinizde, bu kez Firuzağa Camii'ni görürsünüz. Çok değil ama eskice bir camidir, yani birkaç sene öncesine kadar öyleydi. Caminin hemen altında birkaç mahalle kahvesi vardır ve çayı da iyidir. İnsanlar gelir burada oturur, hoş beş ederdi. Hatta bir evsiz, kış gününde içini biraz ısıtacak çayı ve simidi de orada bulurdu. Şimdi, etrafta oturan ne kadar insan varsa, caminin altındaki kahveyi 'cafe'si bellemiş durumda. Orada buluşuluyor, kitaplar, projeler orada tartışılıyor, kısacası orada bulunuluyor. Bir 'enteresan' entelektüellik hali anlayacağınız!
Komşu travestiler
Cihangir 1930, 1940 ve 1950'li yıllarda hem Beyoğlu'ndaki eğlence yerlerinde çalışanların oturduğu, randevu evlerinin bulunduğu hem de lüks apartman dairelerinin yer aldığı, varlıklı bir kesimin yaşadığı, kentin tanınmış pek çok doktor ve diş hekimi muayenehanelerinin olduğu bir semtmiş. Mahallenin bulunduğu tepenin Kazancı yokuşu'na giden kısmı ise, Pürtelaş Mahallesi. Adını, Pürtelaş Hasan Efendi'den almış. Bu iki mahalle doğal olarak birbirinden pek ayrılmaz. Daha birkaç sene önce, özellikle mahallenin adını taşıyan sokakta oturan travesti nüfus yoğunluğu nedeniyle, medya sektörünün de katkısıyla ciddi sosyal vakalar yaşanmış bir mahalle.
Cihangir'in bir yanı da tıpkı geçmişteki işlevi gibi bambaşka bir yaşantıya açılır. İstiklal Caddesi'nin arka tarafı da diyebileceğimiz bu bölge bakımsız binaların olduğu, gece çalışan insanların bütün zorluğunu ve problemlerini yansıtan, belli bir saatten sonra pek dolaşılmaması gereken bir yerdir. Aslında Cihangir'in hemen dışında kalan bölge tam da burasıdır.
Cihangir Camii 1889 yılında, dönemin en çok iş yapmış ailelerinden biri olan Balyan ailesi tarafından yapılmış. Ancak ilk yapım tarihi olarak 1559 yılı veriliyor. Üzerinden yaklaşık beş yangın geçmiş. Bugün tüm güzelliğiyle ayakta.
Nazlı ile Arap'ın aşkı
Mahallenin birkaç özel sakini daha vardır; evsizler. Aslında evsizlerin çoğu, İstiklal Caddesi'ne doğru olan sınırın olduğu yerlerde, ara sokaklarda yaşar. Oysa Cihangir sokaklarını evi bellemiş bir iki kişi buralardan vazgeçmez. Bunlardan biri, adını öğrenme ihitimali dahi olmayan, sosyal olarak iletişim kurulamayacak durumda olan bir kadın. Diğeri de bir kadın. Bu iki kadın, ne kadar evsiz de olsalar bir mahalle, bir mekan duygusunu korumuşlar belli ki. Nazlı, semtin en bilinen simalarından biri. Kendi ifadesiyle, çok nazlı olduğu için annesi böyle bir isim vermiş. Ateşten korkar, söylediğine göre evi yanmış bir gün ve sonra hep sokaklarda kalmış. Mutlaka sigara ister sizden ama sizin yakmanız koşuluyla. Sokaklarda, bir nazlı olarak isteyebileceği tek incelik bu belli ki. Bazen mahalle halkı çorba da ısmarlar. Kışın malum, yeni park etmiş arabaların kaportalarında ısınmaya çalışır bazen de Taksim Meydanı turuna çıkar. Arap adlı birisiyle ilişkisi vardır. Arap, adı gibi ve sokaklardan çöp toplayarak geçimini sağlıyor. Belli ki Nazlı'ya sahip çıkıyor çünkü Nazlı sorulara cevap vermek için Arap'ı bekliyor. Arap gelince, bize Türkiye'nin tüm gerçeklerini anlatacak. Sahiden söylediği gibi, Arap bu konuda hiç de çekingen davranmıyor ve bize her hafta, Türkiye'nin sorunları hakkında ayrıntılı dosyalar vermeyi teklif ediyor. Sorunlara kısa bir giriş yapmayı da ihmal etmiyor. Bu, geçen sene böyleydi. Bu sene henüz rastlayamadık Nazlı'ya.

Cihangir mahallesi; çevre mahalleleri, doğası, renkli sakinleriyle kendine özgü bir yaşam tarzı olan ve İstanbul'un bambaşka bir çeşitlilik tablosunu gösteren yerlerden biri. Cihangir'de belli bir süre oturan, başka bir yere gitmek istemez.
Bir başka İstanbul

Ayasofya'nın gölgesinde
Bu sayımızda farklı adresler araştırdık ya da az da olsa bilinen adreslerin farklı yönlerini açığa çıkarmaya çalıştık. İstanbul'a gelip yıldızlı otellerde kalıp, dünya mutfaklarını tadıp, belli müzeleri gezip... Herkesin tercihleri vardır şüphesiz ama biraz bunun dışına çıkmak istersek... Öncelikle nerede kalalım sorusu gündeme geliyor elbette. Ayasofya'nın hemen arkasında Soğukçeşme adlı bir sokak vardır. Zamanında, saray çalışanlarının kaldığı evler restore edilerek 19. yüzyıl tarzı yapılar ortaya çıkarılmış. Araba girmeyen sessiz bir sokak ama Topkapı Sarayı ve bölgesinin tüm enerjisini, rengini barındırıyor. Sabah yatağınızdan kalktığınızda Ayasofya'nın gölgesinde olduğunuzu görüyorsunuz, arka bahçedeki kazı alanlarını, Mimar Sinan'ın da üzerinde çalıştığı dev kubbeyi... Dünyanın belki de hiçbir mabedinde Ayasofya'nın titreşimine benzer bir titreşim yoktur. İnsanın böyle bir atmosferde sabah çayını yudumlaması parayla satın alınabilecek bir şey değildir. Ayasofya Pansiyonları: Soğukçeşme Sokağı, Sultanahmet. Tel: +90 212-524 01 26. www.ayasofyapensions.com
Arnavut kaldırımlı bir sokağın üzerindeki bu sıra evlerden çıkıp yukarı doğru yürüdüğünüzde, Ayasofya'yı hep sağınızda tutarak çevresinden dolaşırsanız, biraz ilerde, yine aynı kurumun yapılarından biri olan Yeşil Ev'i görürsünüz. Yine 19. yüzyıl mimarisi ve dekorasyonunda çok güzel bir yapıdır. Onun hemen bitişiğindeki avlu ise Kabasakal Medresesi, diğer adıyla, İstanbul El Sanatları Merkezi. Medreselerin geçmişi Selçuklu dönemine kadar uzanıyor. Tam anlamıyla bir eğitim merkezi olarak tarif edilebilecek bu kurumlarda tıp, ilahiyat, astronomi, matematik, hukuk gibi konularda eğitim veriliyordu. Kabasakal Medresesi'nin tarihi tam olarak bilinmiyor ama inşaat tekniğinden yola çıkarak, 18. yüzyıl olduğu tahmin ediliyor. Soğukçeşme Sokağı'nın hemen yakınında da Caferağa Medresesi vardır ama dediğimiz gibi, orası iyi bilinen bir yerdir. Kabasakal Medresesi ise ondan daha küçük, daha mütevazı ama günümüzde diğeriyle aynı işleve yerleştirilmiş bir yer. Burada da geleneksel el sanatları kursları veriliyor, kurs öğretmenlerinin işleri sergileniyor ve satın alınabiliyor. Geçmişte, bu küçücük odalarda öğrenciler kalırmış. Bugün, her bir oda bir atölye için ayrılmış. Hat, ebru, cam altı boyama, tezhip, minyatür, bebek yapımı gibi alanlarda çok hoş örnekler bulabilirsiniz. Kabasakal Cad. No: 7, Sultanahmet.
Sahaflar Çarşısı'ndan kuru fasulyeciye...
Buradan Beyazıd'a doğru yürüyerek Kapalıçarşı'ya gelirseniz ve kitap düşkünlüğünüz varsa, ilkin Sahaflar Çarşısı'na uğramanızı öneririz. Ne yazık ki geçmişteki gibi tam bir sahaflar çarşısı değil burası ama yine de o atmosferi görmekte fayda var. Biz, üç kuşaktan beri burada sahaflık yapan Turan Türkmenoğlu'nun kitabevine uğradık. El yazması Kuranı Kerim, Ermenice, İbranice, Yunanca kitaplar bulunduruyorlar ve artık bu tür eserleri bulmak pek mümkün değil. Ayrıca Osmanlı döneminde son dönem çok kullanılan Fransızca kitapları da burada bulmak mümkün. Kitapların tarihleri 18. yüzyıldan 19. yüzyılın başına kadar uzanıyor ve konuları da genellikle felsefe ve tarih ağırlıklı. İstanbul ile ilgili seyahatnameler de burada bulunabilir. Onlar da, kitabın yanı sıra günümüzden ebru ve hat örnekleri satıyorlar, ayrıca burada hat malzemeleri bulmak mümkün. Elif Kitabevi, Sahaflar Çarşısı, No: 4, Beyazıd. Tel: 0212-522 20 96.

Turumuzun bu aşamasında öğle yemeği vakti geldi. İstanbul'da geleneksel bir yemek isteniyorsa, şüphesiz bunu çok iyi yapan yerler var ve yazılarımızda bu tür adresleri sık sık veriyoruz. Bu kez değişik bir adresi denedik ve bu merkezden çok da uzak olmayan Süleymaniye'ye gittik. Süleymaniye, bir selatin camii, yani sultan camii olan Kanuni Sultan Süleyman adına Mimar Sinan tarafından inşa edilmiş olan Süleymaniye Camii'nden alıyor adını. Bu cami başlıbaşına pek çok yazının konusu olacak kadar kapsamlı bir yapıdır. Biz şimdilik etrafını dolaşıp karnımızı doyuralım. Cami bir külliye olarak yapıldığı için hastane, kütüphane, çarşı gibi pek çok bölümden oluşuyor. Bu yapılar günümüzde de aynı işlevi sürdürüyor. İşte yan kapısından çıkınca hemen karşınızda göreceğiniz küçük lokantalar topluluğu da böyle bir çarşı yapısının içine yerleşmiş. Yani, eğer bahçede değil de içerde yemek yiyorsanız, teknik olarak Mimar Sinan'ın tasarladığı ve inşa ettiği bir mekanda olacaksınız. Aslında küçücük bir mekan burası ve bu tür aile işletmelerinin hemen hepsinde olduğu gibi, duvarda soluk, siyah beyaz bir fotoğraf asılı. Bu, Kurucu Ali Baba, yani 1939 yılında orada bu lokantayı açan kişi. 'Kurucu' derken, kuru fasulyeyi kastediyoruz elbette. Ocağın başında ailenin 4. kuşak üyesi aşçıbaşı duruyor. Kuru fasulye önemlidir, hatta o kadar önemlidir ki, bazıları sabah kahvaltısında bile yiyebilir bu nefis yemeği, tabii yanında da pilav olacak. Yemek Erzincan dermason fasulyesinden yapılıyor ve içinde acı Arnavut biberi var. Etsiz pişiriliyor. Karnıyarık, tas kebabı gibi birkaç yemek çeşidi ve tatlı olarak da kadayıf yemek mümkün. Kuru 3, pilav 3, çoban salata 1,5 YTL. Taklitlerinden sakının! Kurucu Ali Baba, Kanaat Lokantası: Prof. Sıddık Sami Onar Cad. No: 1/3, Süleymaniye.
Thursday, April 17, 2008
ARNAVUTKOY
Küçük, mavi beyaz boyanmış bir köy iskelesi... Arnavutköy. Küçük bir vapur yolcularını bekler. Tarifeye bakılırsa, Kadıköy ya da Beşiktaş hattı gibi yoğun değildir buranın trafiği. Saatleri belirtmek için ışıklı tabela bile yoktur. Hareket saatleri öylece, gazlı kalemle yazılıvermiştir tahtaya. Demirli kapının üzerinde güvercinler tüner, sonra kedi güvercinleri kovalar... İçeri bakınca, pencerenin kenarlarında yağ tenekelerine ekilmiş sardunyalar görürsünüz. Çımacıların, gişe görevlilerinin evi gibidir iskeleler. Süslerler, temizleyip bezerler, kendi evleri gibi sahip çıkarlar. Vapurlar da kaptanlarındır. Kaptanköşkünün penceresinde, yine tenekeler içinde rengarenk sardunyalar vardır. Hatta kiminin perdeleri vardır sanırsınız. Belki de vardır...

Mahmut'un battaniyesi
İskelenin hemen yanında, geniş plastik leğenlerde canlı balıklar vardır. Balıkçıların o sabah tuttuğu balıklardır bunlar. Mahalle sakinleri ya da arabayla yoldan geçenlerin gezici balık dükkanlarıdır bunlar. Onların hemen yanında, balık avlayanları görürsünüz. Her mevsim ve günün her saatinde mutlaka birileri balık avlamaktadır. Tipik bir İstanbul Boğazı manzarası. Sahil boyu oturma sıraları vardır. İster yürüyüş yaparsınız ister bu sıralara oturup balık tutanların, gemilerin, martıların, dalgaların seyrine dalarsınız. Arka planda nefis bir Anadolu yakası manzarası vardır; Kandilli, Vaniköy... Bu semtler Boğaz'ın şanslı bölgeleridir çünkü imara en az açılmış yerlerdir. Yemyeşil korular uzanır ve bu nedenle seyrine doyulmaz. Boğaz'a sırtınızı verirseniz, muhteşem bir yalılar silsilesiyle karşılaşırsınız.
Balık tutanların arasında pecmurde ama hiçbir zaman saçı sakalına karışmamış, yaz kış koyu renk bir ceket pantolon giyen, çok sigara içen, çocuksu bir hevesle oltadaki balıkları seyreden bir adama rastlayabilirsiniz. Adı Mahmut'tur. Kırklı yaşlarının başında. Rumeli Hisarı'nda doğmuş. Sünneti, iskelenin hemen arkasındaki eski, iki katlı evlerinde yapılmış. Ailede arsa, ev bolmuş. Ankara'ya gidip matematik eğitimi görmüş ve sonra yüksek matematikçi olmuş. Pek sevmemiş matematiği. Güneye inmiş bir süre. İngilizce turist rehberliği yapmış. Tutturamamış ama tutturmak da istememiş. İstanbul'a dönmüş. Artık bir evsizmiş ama onun mekanı Arnavutköy'dür. Doğduğu semtteki arkadaşlarına, oradaki evsizlere uğrar zaman zaman. Sohbet imkanı bulursanız bir de sigara ikram edin mutlaka. Hayatın anlamını, sokakları, Hisar'daki balıkçının kulübesindeki evsiz kadını, sokakların kanununu... Mahmut anlatır size. Aynı çocuksu hevesle şiirlerini de okur. Kışın nasıl olup da barındığını, ısındığını soracak olursanız cevabı kendi hayatından verir, "en güzel battaniye bulutlardır" der. Bu gidişimizde göremedik Mahmut'u.
Küçük Beyoğlu
Arnavutköy, Ortaköy ve Kuruçeşme'den sonra gelen ve yine İstanbul'un en eski köylerinden biridir. Özellikle eski evleri, daracık sokaklarındaki mahalle havası, sakinliği ve son yıllardaki eğlence hayatıyla bilinir, bir de çileğiyle. Küçük, açık pembe renkli mis kokulu bir çilek türü. Aslında bir başka adı da Osmanlı çileğidir. Sahile açılan bir vadi ve yamacına kurulu olduğu için hem manzarası hem de sık bitki örtüsü açısından çok güzel ve etkileyici bir görünüme sahiptir.
Arnavutköy'ün ilk çağdaki adı, Hestai'ymiş. Boğaz'ın en önemli ibadet yerlerinden biri olan ve Konstantinos tarafından yaptırılan Ayios Mihael kilisesinde, Başmelek Mihael'in mozaik bir ikonası saklanıyordu. Ortodoks kilisesinde İsa'nın vaftizine remiz olarak haçın suya atılması yortusu, Arnavutköy'de 20. yüzyılın başına kadar geleneksel biçimde kutlanmaya devam etmiş ve günümüzde de halen sürüyor. Bu törenin köylere bereket getireceğine inanılıyormuş. Hz İsa'nın Ürdün ırmağında vaftiz edilmesinin anısına yapılan tören sırasında denize tahta haç atılarak denizin bereketi, balıkçıların ve gemicilerin sağlığı için dua edilirmiş. Haçı sudan çıkaran delikanlı haçı öperek papaza teslim eder ve haç köy dükkanlarında dolaştırılarak bahşiş toplanırmış.
Denize haç atma törenini izleyen çalgılı, içkili gazino alemleri çok rağbet görmüş. O zamanlar Arnavutköy'e bu canlı eğlence hayatı yüzünden Küçük Beyoğlu da denirmiş. Geçmişi 1200 yıllarına dayanan Ayios Strati Taksiarhi Rum Ortodoks Kilisesi, geçirdiği yangın ve depremlere rağmen onarılmış biçimiyle halen ayakta ve cemaatine açık. Bahçesinde Ayios Pareskevi Ayazması bulunuyor. Semtte, hemen sahilde görülebilecek dini tarihi yapılardan biri de 1832 yılında II. Mahmud tarafından yaptırılmış olan Tevfikiye Camii.
Semt, Kanuni Sultan Süleyman döneminden itibaren büyük önem kazanmış ve büyük panayırlara sahne olmuş. Bu panayırların 1940'lı yıllara kadar devam ettiği biliniyor. Yazın en sıcak günlerinde bile esintili olan havası, köyün sırtlarındaki bağlar ve bahçeler bu bölgeye mesire yeri olarak her zaman ün kazandırmış. Gazinoları, sandal sefaları, özellikle panayır döneminde çalgılı, kasap havalı, sazlı sözlü alemleri ile ünlüymüş.
Köyün, Arnavutköy adını ne zaman aldığı tam olarak bilinmiyor. Ama Fatih Sultan Mehmed'in Arnavutluk'a egemen olmasından sonra yöreden getirilen Arnavutlar'ın bu bölgeye yerleştirildiği biliniyor. O yüzyıllarda bu bölge üzüm bağlarıyla kaplıymış. 16. yüzyılda ise İstanbul'un en önemli mesire yeri olarak biliniyor. 19. yüzyılın ortalarına kadar Rum ve Musevilerin oluşturduğu bakımlı, güzel ve canlı bir Rum köyü olmuş. Evliya Çelebi, "Ekmeğinin ve peksimedinin beyaz, Yahudileri'nin sahib-i zevk ve ehl-i saz, cemaati müslimin gayet az" diye sözetmiş Arnavutköy'den. 18. yüzyıla gelindiğinde, köy halkı tümüyle Rumlar'dan oluşuyormuş. Yine aynı yüzyılda, hanedanın sultan kızı ya da kardeşi gibi iktidar sahibi kadın üyelerin bu bölgede sahilsaraylar yaptırdığı biliniyor. Arnavutköy'ün ticaret hayatı her zaman canlı olmuş. Çünkü Yeniköy'den sonra Boğaz'ın denizciler için peksimet üreten ikinci köyüymüş. Ama aynı zamanda Boğaz'ın akıntılarının en şiddetli olduğu yer diye de biliniyor. Eskiden kötü havalarda çok tehlikeli sayılan bu sahilde, kayıklar kimi zaman halatla sahilden çekilir kimi zaman da yolcular burada kayıklardan inerek yollarına karadan devam ederlermiş. Rivayete göre, 16. yüzyılda akıntıya karşı yüzemeyen çağanoz sürüleri burada karaya çıkmışlar, akıntının sonuna kadar yürümüşler ve yeniden denize dönmüşler. Rıhtımda bıraktıkları izlerin 18. yüzyılda halen görülebildiği de rivayet edilmiş.
Semtin ön yüzü ve belki en muhteşem özelliği şüphesiz sahil boyu uzanan yalılarıdır. Tarihi eser olarak tescil edilen bu evler böylece koruma altına alınmış. Hemen hepsi geçen yüzyılda inşa edilmiş. Ancak 1980 yılı sonrasında önünden geçirilen kazıklı yol nedeniyle denizle olan doğrudan bağlantısı kesilmiş. Hepsinin doğrudan denize bakan pencerelerinin olduğunu, otomobil gürültüsü yerine atlı arabalar ve kürek seslerinden başka sesin olmadığı, kayıkhanelerinden denize açılıp kürek çektikleri, kendi evlerinin önünde rahatça denize girdikleri zamanlar düşünülürse...
Günümüzde, Arnavutköy'de yine de sakin ve hoş bir yürüyüşe çıkılabilir. Ya da akşam üzeri sahildeki restoranlardan birinde güzel bir akşam yemeği yenebilir. Bu ay levrek, lüfer, çipura ve tekir balıkları bol bulunur. Boğaz'ın bu kısmı günbatımını doğrudan görmez ama karşı yakadaki korulara yansıyan kızıllık muhteşemdir.
ANADOLU KAVAGI
Statünüz, geliriniz hatta yaşınız ne olursa olsun, İstanbul Boğazı'nın tadını çıkarmak için muhteşem bir seçeneğiniz var. Sirkeci'den binersiniz Dilenci Vapuru'na, Haliç girişinden itibaren Karadeniz'e doğru yola çıkarsınız. Yavaş yavaş, hazmede hazmede geçersiniz onca güzelliği. Yavaş yavaş diyoruz çünkü Dilenci Vapuru, adı üzerinde bol uğraklı bir vapurdur ve tadını çıkarmanız için zaman verir ama bezdirici bir yavaşlığı olduğunu düşünmenizi istemeyiz. Bu yolculukta, gideceğiniz en uç noktalardan biri de Anadolukavağı'dır. Anadolukavağı'ndan sonraki ve son yerleşim ise Fener'dir ve sonrası, Karadeniz.

Vapurlar mütevazıdır, gölgelik kısmı boldur, sıcak bir yaz gününde hoşlukla serinleten bir rüzgarı vardır ve çayı da fena değildir. Boğaz'ı geçerken aslında uzun bir tarih dilimine de tanıklık edersiniz. En güzeli de muhteşem yalılar ve hâlâ bir kısmı korunabilmiş korulardır. İnsan ister istemez şu imar yasası olmasaydı, Boğaz imara açılmasaydı nasıl bir yeşilliğin içinden geçerdik, diye düşünür. Yine de bitmedi İstanbul'un yeşilliği. Yanaştığınız hemen her iskelede mutlaka balıkçıları, küçüklü büyüklü balıkçı teknelerini, denize giren, piknik yapan insanları görürsünüz. Hemen her Boğaz köyünde en az Osmanlı döneminden kalma tarihi yapılar görürsünüz. Bunların bir kısmı da sözünü ettiğimiz yalılardır. Yanaştığınız birçok iskelede ızgara balık kokusu mutlaka vardır. Bu koku, midenizi Anadolukavağı'ndaki yemeğe hazırlar ama ne hazırlık!
Anadolukavağı iskelesine yanaştığınızda, üstelik de vapurun üst katındaysanız, küçük bir sahil köyü olduğunu görürsünüz. Burası bir vadi köyüdür aslında. Birkaç yüz metrelik sahil hemen tümüyle balık lokantalarıyla kaplıdır. Vadinin iç kısmına doğru olan bölgede köyün yerleşim kısmı vardır. Vapur iskelesi bu lokantaların ve hediyelik eşya dükkanlarının ortasında olduğu için, vapurdan inince kendinizi nefis balık ve meze kokularının ortasında bulursunuz. Çaresiz, yapacağınız öncelikli şey, iyi bir yemek yemektir. Çarşı esnafı belki biraz girişimci ve biraz da ısrarcıdır ama sıcak ve konuksever insanlardır. Aslında lokantalar arasında çok fazla fiyat ve kalite farkı da yoktur. Tek fark, denizi daha yukardan mı göreceksiniz yoksa balıkçı tekneleriyle iç içe mi yemek yiyeceksiniz. Hayatta böylesine önemli sorunlar da var görüldüğü gibi.
Hemen hatırlatmakta fayda var, buraya gelenler, vadinin üst kısmındaki kaleye mutlaka çıkarlar ki, çıkılması da şiddetle tavsiye edilir. Kaleye çıkış yolu, tok mideyle yapılabilecek bir yürüyüş sayılmaz. Oldukça dik ve bir şehirli için kısa sayılmaz. Eğer kaleye çıktıysanız, burada ilk dikkatinizi çekecek olan şey sessizlik, çiçek ve çam kokusu olacaktır. İlerde Karadeniz; aşağıda, Türkiye'nin güney sahilinde misiniz yoksa Ege'de misiniz ayırt edemeyeceğiniz nefis bir yeşillik ve deniz, Boğaz'dan Karadeniz'e açılan gemiler ve yine sessizlik... Bu bölgenin bir başka önemli özelliği de Boğaz'a uğrayan yunuslardır. Geçmişte çok daha fazla sayıda oldukları ve daha içerlere girerek uzunca ziyaretler yaptıkları söyleniyor. Boğaz'ın bu bölgesinde oynaşan yunusları yine de görme imkanınız var. Böylesi bir ruh ve beden küründen sonra önünüze ne gelse afiyetle yiyeceğinizden eminiz.
Böğürtlenler, Cenevizliler ve midye
Etrafta bolca böğürtlen de vardır. Ağustos ayı da böğürtlerlerin kızarıp olgunlaştığı dönemdir. Yoros Kalesi, Bizans döneminde yapılmış ancak imparatorluk zayıf düşünce kale Cenevizlilerin eline geçmiş ve bu yüzden Ceneviz kalesi sanılmış. Kalenin kapladığı alan İstanbul çevresindeki bütün öbür kalelerin alanlarından büyük. İç kesimdeki kulelerin bazıları hâlâ iyi durumda ve duvarlarda Yunanca yazıtlar göze çarpıyor. Evliye Çelebi'nin aktardığı yaygın ama kanıtlanmamış bir söylentiye göre: Anadolukavağı'ndaki kaleden denizin ortasında bulunan bir kuleye de dolanarak karşı sahilde, Rumelikavağı'ndaki bir diğer kuleye bağlanan bir zincir Boğaz'ı kesiyor ve tüm Boğaz'ın bu noktadan kontrol edilmesini sağlıyordu.Gerçekten etkileyici bir söylenti.
Anadolukavağı'nı tarih boyunca önemli kılan ve buraya IV. Murad'ın da yaptırmış olduğu gibi çeşitli kaleler yapılmasına sebep olan şey, şüphesiz stratejik önemi olmuş. Burası, Karadeniz'e kıyısı olan Balkan ülkelerine ve Rusya'ya açılan kapı olması nedeniyle hem askeri hem de ticari olarak önemli bir merkezmiş. Çünkü aynı zamanda bir gümrük ve sınır kontrol noktası olmuş ve bu nedenle de ekonomik bakımdan gelişkin bir yermiş. Kaynaklara göre, yaz ve kış aylarında, bu limanda 300 gemi bulunurmuş. Gemiler Karadeniz'e çıkmak için uygun hava beklerken burada demir atar, köyün dükkanları denizcilerin ihtiyaçlarını karşılamak için geceleri bile açık tutulurmuş.
Anadolukavağı'nın dalyanlarının da eski ve bereketli dalyanlar olduğu ancak 19. yüzyılın sonlarında kapandığı biliniyor. Özellikle kılıçbalığı avı, yakın zamanlara kadar köy halkının başlıca geçim kaynağını oluşturmuş. Köyün iç kısımlarında ya da çarşıda ağ yamayan yaşlılara rastlarsınız mutlaka. Balık eskisi kadar bol olmasa da geçimini denizden sağlayanların sayısı hiç de az değil. Bölge 1980'li yıllara kadar, askeri yasak bölge olması nedeniyle kara ulaşımına kapalıydı. Bugün ister karadan ister denizden buraya ulaşma imkanı var ama dediğimiz gibi, en keyiflisi deniz yoluyla ulaşım olacaktır.
Anadolukavağı'nda, sahilyolunun bir arkasındaki sokağa geçerseniz küçük hediye dükkanları göreceksiniz. Pamuklu kumaşlardan yapılmış giysiler yaz günleri için idealdir. Buranın bir başka önemli özelliği de İstanbul'un Marmara tarafında yemenizi pek de tavsiye etmeyeceğimiz midye. Midye suyu süzüyor ama katı maddeleri bünyesinde barındırıyor o nedenle demizi temiz olan yerden çıkarılan midyeyi yemek gerek. Anadolukavağı'nda midye yiyebilirsiniz. Üstelik sosu da nefistir.
Ağustos ayında çinekop ve olta lüferi çıkmaya başlar, ay sonuna doğru da çingene palamutu. İstavrit zaten hemen her zaman vardır. Biz kızarmış minik hamsileri tercih ettik. Balığın hemen her türüne soğan çok yakışır üstelik burada beyaz ve sulu bir soğan türü var. Ayakta atıştırmak isterseniz balık-ekmek usulünü uygulayacaksınız ki, hem ucuz hem de çok lezzetli bir seçenek olduğunu söylemeye bile gerek yok.
Friday, April 4, 2008
Şahane ikili: Abant ve Yedigöller

Akdeniz'in tadı başkadır. Mavinin tonları her şeye değer. Yazın nemli bir sıcağı vardır. Kara tarafına baktığınızda ise bol bol maki görürsünüz, çam ormanları ve zeytinlikler. Bu manzaraya eşlik eden tek ses, neredeyse sadece ağustos böceğidir. Akdeniz'den kuzeye doğru çıktığınızda önce kara iklimi başlar. Yazlar sıcak ve kuraktır, kışlar kuru ayazla geçer. İlkbaharda bir ara yeşillenen çayırlar kısa bir süre sonra bozkıra dönüşür ve öylece kalır. İrili ufaklı derelerin varlığını, etrafında boy vermiş söğüt ağaçlarından anlarsınız. Kara iklimi zordur. Daha da yukarı çıktığınızda, Karadeniz iklimi başalar. Yeşili sevenlerin iklimidir bu, yağmurdan şikayet etmeyenlerin, denizi hem içinden hem dışından sevenlerin, dağlardan haz duyanların iklimi. Bu iklimde, ayağınızı sokamayacağınız kadar soğuk dereler vardır, dağlardan beslenirler ve içinde balıklar oynaşır. Toprak rengini neredeyse hiç göremezsiniz; her yer, ağaçların gövdeleri bile yeşildir. Dağların arasında irili ufaklı sular akar ya da birdenbire karşınıza muhteşem bir göl çıkar. Karadeniz'in batı iç kısımlarındaki Bolu ili tam da böyle bir yerdir. Üstelik bir değil, yedi tane göl çıkar karşınıza.
Mavi-yeşil sessizlik
Her mevsimin şölen gibi yaşandığı yerlerdendir Abant ve Yedigöller; iki Bolu klasiği. Dolaştıkça insanı huzurla hüzün arası bir yerlere götüren, betonun susup ağacın konuştuğu, göl kenarı patikaları, fayton yolları...Kentteki gürültünün aksine, doğanın sesleriyle başlar buralarda hayat, bu seslerle devam eder ve akşamları mavi-yeşil bir sessizliğe bürünür. Abant Dağları üzerine oturtulmuş olan ve yer altı sularıyla beslenen Abant Gölü, çevresinde zengin bir bitki örtüsünü barındırır. Çevresi çam, köknar ve kayın ormanlarıyla kaplı olan gölün içinde de nadir su bitkilerinden sarı ve beyaz nilüferler yetişir. Gölün hemen bütün kıyılarında var, bu 'su delen' çiçekler. Abant Gölü'nde zaman geçirmenin en eğlenceli yolu şüphesiz gölün çevresinde dolaşmak. Tamamını olmasa da bir kısmını yürüyerek dolaşın. Temiz, mis gibi çam kokan dağ havasıyla doldurun ciğerlerinizi, şehirdeki gri dumana inat. Dilerseniz faytonla ya da atla dolaşın gölün kıyısında. Yolun buzlu olduğu zamanlarda kızak da kullanabilirsiniz.
Abant'tan sonra Yedigöller
Gölün yakın çevresi dışında, uzak çevresi de gezmek için ilginç olabilir. Abant Gölü'nün hemen yanından sağa ayrılan ve sık orman içinde yükselen stabilize yol, sizi Örmeci Köyü'ne ve yaylasına götürüyor. Kış ayı yolları kapasa da köylülerin rehberliğinde, yürüyerek ya da atla bu köyleri ziyaret edebilirsiniz. Abant Gölü ve uçsuz bucaksız yeşil bir panoramanın eşlik ettiği patika yollar Abant Gölü'nün başka bir sürprizi. Doğanın renk cümbüşünün ve sık ağaçların arasından sızan ışık hüzmelerinin büyüsüne kapılmak için gidin Yedigöller'e. Toprak kayması sonucu, vadi tıkanmasıyla meydana gelen yedi küçük gölden oluşuyor Yedigöller. Bu yedi gölün, yedi ayrı adı var: Büyükgöl, Seringöl, Deringöl, Nazlıgöl, Küçükgöl, İncegöl ve Sazlıgöl. Bu göller, aralarında 100 metre yükseklik farkı bulunan iki plato üzerine yerleşmişler. Ortalama 780 metre yükseklikte olan bu platodaki en büyük göl, adından da anlaşılacağı gibi Büyükgöl. Büyükgöl'ün kuzeyinde Seringöl yer alıyor. Platonun en geniş gölüyse Nazlıgöl. Dibinden sızdırdığı bol miktardaki su, gölün ilerisinde yüzeye çıkarak bir şelalenin oluşmasına sebep olduğundan bu göle, 'şelale gölü' de deniyor. Yedigöller'de hep öyle kalmak isteyen günlerin edası var sanki. Çocuk kalmak isteyen bir dün ve ıssız kalmak isteyen bir bugün edası. Çocukluğun güneş rengi hüznü, birlikte yenen yemeklerin sıradan bir aradalığı ama samimi demi var. Çünkü insanı yalnız bırakan, o hep eskiye götüren yerlerden biri. Hep hayali kurulan yemyeşil ağaçlar, sakin bir göl kıyısı, ağaçların göldeki yansıması...
Tilki, sincap ve diğerleri
Yedigöller'in çevresinde, iğneli ve geniş yapraklı ağaçların karışımından oluşan bir koru var. Kayın, gürgen, meşe, kızılağaç, akçaağaç, karaağaç, titrek kavak, sarı ve kara çam, köknar gibi pek çok ağaç türünün bir arada bulunması, Yedigöller'i özellikle sonbaharda tadına doyulmaz bir atmosfere sokuyor. Her biri güneşten farklı şekilde nasibini alan bu ağaç türleri sarı, kızıl ve kahverengi tonlarına bürünüyor güzün başında. Bir gölün kenarına oturup yemeğinizi yerken, gökyüzünü görmek için oldukça havaya kaldırmanız gerekiyor başınızı. Şehre bu kadar yakın ve bir o kadar da uzak olan bu yerde, kuşların bitmek tükenmek bilmeyen cıvıltıları çalınıyor kulağınıza, ağzınızda bir ıslık. Yaban av hayvanlarından ayı, domuz, tilki, sincap, geyik karaca, tavşan ve ördek, yabani güvercin ve keklikleri de kucağında büyütüyor bu orman. Abant Gölü ve Yedigöller, dağların yamacında, sık ağaçların arasında, keşfedilmişliğin ama bozulmamışlığın gururuyla duruyorlar. Kuşların cıvıltısı, doğanın rengi, sessizlik...Hava, oralarda bir başka kokuyor.
Nasıl gidilir
Bolu'ya tüm büyük kentlerden otobüs seferleri var. Ulusoy'un Bolu'ya giden otobüs seferleri kullanılabilir. Tel:212-658 30 00. Bolu terminalinden her iki saate bir kalkan dolmuşlarla Abant Gölü'ne ulaşabilirsiniz. Kendi aracınızla gidecekseniz, İstanbul-Ankara otoyolu Bolu Dağı'nda E-5'le birleşiyor. Bolu Dağı'nı aştıktan sonra Bolu'ya gelmeden sağa Abant yolu ayrılıyor. Abant Gölü 18 km ilerde. Yedigöller'e ise kendi arabanızla ya da bir tura katılarak gidebilirsiniz. Ankara-İstanbul otoyolundan Bolu-Yeniçağa çıkışından ayrılıp Bolu-Gerede yoluna girdikten sonra Yedigöller tabelasını göreceksiniz. Yedigöller, otoyol çıkışından sonra, 42 km. Organize turlar için, www.deepnature.com, www.buklamania.com www.arnika.com.
Nerede kalınır
Abant Gölü ve çevresinde birkaç tane otel seçeneği var. Taksim International Abant Palace: Abant Gölü kıyısında olan otel, tüm göl manzarasına hâkim. (YP) Tel: +90 374-224 50 12. Büyük Abant Oteli: Abant Gölü kenarında, yeşilliklerin içinde olan otel, göl manzaralı odalara da sahip. Tel: +90 374-224 50 33 Yedigöller'de konaklama için seçeneğiniz yok. Arabanıza ya da sırtınıza çadırınızı atıp öyle gitmeniz gerekiyor. Günübirlik gezileri de tercih edebilirsiniz. Kamp kurmak için çok elverişli olan göllerin çevresinde çadırınızı kurup kalabilirsiniz.
Nerede ne yenir
Yedigöller'de yemek yiyebileceğiniz yer yok. Eğer orada konaklamayı planlıyorsanız çantanıza yeterince yiyecek almalısınız. Abant Gölü çevresindeyse birçok 'kendin pişir kendin ye' restoranı var. Abant Gölü'nün meşhur alabalıklarından da bulabilirsiniz. Ayrıca piknik yapabileceğiniz yerler de var.

Aklınızda bulunsun
* Abant Gölü çevresinde dolaşırken, at binmeyi ve hatta köy yaylasına çıkmayı ihmal etmeyin. Abant'ta at kiralayanlar, at binmeyi de öğretiyorlar. Tel: +90-535 332 15 82 (Şeref Balta)
* Yedigöller'e aracınızla gidiyorsanız, girişte araç büyüklüğüne ve kişi sayısına göre ücret alındığını unutmayın..
* Abant Gölü kenarında gezinirken çevre köylerden gelen ürünlerin satıldığı pazarda, tarhanadan fındığa, fasulyeden kabağa kadar yerel tatlar bulabilirsiniz.
* Bolu'ya kadar gitmişken Bolu kaplıcalarına da uğramalısınız. Romatizma, böbrek taşı gibi hastalıklar için insanların geldiği kaplıcalar Karacasu mevkiinde.
* Yedigöller'e gidecekseniz haftasonunu seçmeyin. Çünkü Ankara ve İstanbul'dan günübirlik gelen çok fazla insan oluyor.
ATATÜRK'ÜN RİCASI
Ey milletim, Ben Mustafa Kemal'im... Çağın gerisinde kaldıysa düşüncelerim, Hala en hakiki mürşit, değilse ilim, Kurusun damağım dili...

-
Çok değil, 10 yıl öncesine kadar doğru düzgün elektriği ve suyu bile olmayan, üzerine ölü toprağı serpilmiş bir balıkçı kasabası olan Girne,...
-
Sıra dışı bir tatil hayal ediyorsanız Kenya, Funzi Keys tam size göre. Kenya'nın bakir bir adasında bulunan Funzi Keys sanki bu dünyaya ...
-
Ruins of structures covered with the millennia of vegetation are scattered over a wide area, Olympos is situated at the foot of a mountain w...